25 Ocak 2010 Pazartesi

Synecdoche New York

Bir dolu gariplik; elbette bir ev yıllarca yanamaz, hatta bu ev satılığa çıkarılıp bir kadın da burada yaşamaya başlayamaz; bir çocuk 10 yıldan fazla aynı yaşta kalamaz, ya da normal hayat akışında, kendi kızımızla konuşmak için simultane çeviriye ihtiyaç duymayız, ve de çizgifilmler bu kadar acımasız üstelik de bizim hakkımızda olamaz. Charlie Kaufman tarzı bu; bir dolu gariplik. Ancak bu sefer, bu film, Synecdoche New York, o kadar hayat hakkında ki, belki de biz kendimizden şüphe duymalıyız, gördüklerimiz gerçek gelmiyorsa bize.

Bir yönüyle, bütün izlediğimiz, Caden Cotard’ın gözünden, onun anladığı, hissettiği haliyle. Tüm dünya onun mutluluklarına ve de acılarına, tercüman adeta. Kızını göremiyorsa yıllardır ve en son Berlin’e uğurlamışsa onu, yıllar sonra görüştüklerinde Almanca-İngilizce simultane tercümeye ihtiyaç duymaları çok normal. Karşısındaki kadının ayakkabısı, ayağını ne kadar sıkmış, Caden için ne kadar dikkat çekici bir görüntü bu; öyleyse bir daha görüştüklerinde, kadının inatla aynı ayakkabı içinde mosmor bir ayağa sahip olması öyle çok da garip bir durum değil. Yardımı olur diye, kendi yazdığı kitabı tavsiye eden bu kadının onunla flört etmesine cevap vermiyorsa eğer, kadın da ona yardım etmez o zaman; ve kitap bitiverir birden bire, geri kalan bütün sayfalar bomboştur. Bunun neresi garip?

Film boyunca devam eden hikayeye sıradan bir hikaye bile denilebilir; sadece, gerekli yerlerin altı çizilmiş. Adeta, herşey bir mecaz ile, bir ad aktarması ile anlatılıyor. Adeta hayatın kendisi de, Caiden’ın bir anlam bulma umuduyla, kendi hayatını tiyatrolaştırması gibi, bir tiyatro oyunundan ibaret. Caiden’ın hikayesi, mecazlardan arındırılmış haliye, karısı tarafından terk edilen, böylece kızını da kaybeden, ardından da, tüm ayrıntıları ile ve birebir kendi hayatını tiyatrolaştırmaya karar veren bir oyun yazarının hikayesi. Ve Caiden’ın, satır aralarındaki tek derdi de aslında herkese tanıdık; bir cevap arıyor Caiden; kendi acılarını dindirecek, bütün sorularına cevap olacak, ona bir sonraki adımda ne yapması gerektiğini söyleyecek ve onu dinleyip, bir de iyileştirecek bir cevap. Hergün bilinçaltına Tanrı tarafından yerleştirilen komutlara kızgın olduğu kadar onları anlamak da istiyor, ve daha da önemlisi, onlara güvenip sığınmak istiyor; biri, güvendiği biri, bütün notları önüne koysun, o da gözü kapalı uysun onlara.

Başından sonuna bir hayat sorgulama hikayesi bu. Synecdoche New York, bir yönetmenden öte sıradan bir insanın, toparlayıp, hayatla ilgili değil de hayatın kendisine dair, bütün dertlerini, gerçekliğine bir nebze zarar vermeyen ama bir o kadar da garip olan mecazlarla anlattığı bir film. Melankolinin tanım olarak açıklandığı bir sahneyle açılan film, bütün acılarına ve debelenmelerine rağmen, ağlatmıyor sizi; bütün o komik benzetmelerin, tesadüflerin, insanların, güldürmediği gibi. Kocaman kocaman cümleler kuruluyor, açık açık veya satır aralarında; fakat ağır gelmiyor hiçbirşey, aksine garip bir şekilde anlaşılır...

Fevkalade bir oyunculuk, özellikle Philip Seymor Hoffman’ınki ve görsel bir keyif izlediğimiz bütün sahneler. Yine aynı sahneler; aslında üzerine onlarca cümle kurulacak sözler, görüntüler, göndermeler... Popülerliği ile başarısı doğru orantılı olan bir isim, senaryosunu yazdığı Tersyüz, John Malkovich Olmak ve Sil Baştan’dan sonra ilk kez bu sefer yazdığını yöneten Charlie Kaufman. Ve de, ayrıntıları hakkında çok da birşey bilmeden izlemenizi tavsiye edeceğim, garip bir film Synecdoche New York, garip, güzel, tanıdık, dopdolu, hüzünlü, karışık, anlaşılır ve iyi.

21 Ocak 2010 Perşembe

Oyun

...

Pelin Esmer’in yönetmenliğini yaptığı Oyun adlı belgesel, Mersin’in Arslanköyünde sadece köylü kadınlardan oluşan, onların yazdığı, oynadığı ve de onlar hakkında olan bir tiyatro oyunun hazırlanış hikayesi. Bir cümleyle özetlenebilecek filmin içeriği, bu özetin ilgi çekiciliğinden çok daha fazlasını barındırıyor aslında. Oyun, Arslanköy’ün kadınları tarafından gösterilen tepkinin hikayesi, üstelik hayat gibi zorlu bir rakibe karşı olan tepkinin; Oyun, kendi içinde oynanan tiyatro oyununun barındırdığı hayatların hikayesi; ve de en önemlisi, bir değişim hikayesi. Dolayısıyla söylediği çok şey var, ve üstü kapalı ya da açıkça kurduğu cümlelerin hepsi de, öznesinin tekilliğinden kolayca kurtarılabilecek, genel gerçekler.

Oyun’un en ilgi çekici yanlarından biri, kadınlarının kararlılığını ve sergiledikleri oyuna, dolaylı yoldan da kendi hayatlarına bakışlarını izlemek. Esmer, aslında onların hayatlarının zorlukları hakkında bir film yapsa da, kalbimizi parçalayan, onlara acımamıza yol açacak hiçbir sahne görmüyoruz. Aksine film, tarla dönüşü kamyonetin arkasında göbek atan kadınlarla başlayıp, sahnede alkışlanan ‘amatör oyuncularla’ son buluyor. Bir anlamda alışık olduğumuz ezilen ve bunu dile getirmekten de çekinen köylü kadın görüntüsü yerine; kendi hikayesini anlatmak için yarışan, yaşadıklarının bilincinde olan ve ağlayıp sızlamak için değil, paylaşmak ve birşeyler yaratmak için konuşan kadınlardan oluşan bir topluluk var karşımızda. Daha en başından, ‘ben hiç okumadım’ diyen kadınları izliyoruz, ‘şimdi ise bunu yapacağım; o okulun kapısından geçemiyordum daha önce, ama şimdi kendi evimmiş gibi, hergün gireceğim o okula.’

Oyunlarının kapanış repliğinde de dile getirdikleri gibi, artık birşeyler değişsin istiyorlar köylerinde, kendi yaşadıklarını başkası yaşamasın. Kocaları dövmesin, evden kurtulmak için tanımadıkları bir adamla kaçmak zorunda kalmasınlar, okuyabilsinler, ezilmesinler, değer görsünler. En başından da, dört elle sarılıyorlar oyunlarına; yemeğin, çocukların, kocanın ve tarla işinin arasına sıkıştırarak, hatta onlara ayırdıkları zamandan çalarak. Fakat, dediğimiz gibi, Oyun, oyuncularının hayatları hakkında bir belgesel aslında ve bu dokuz kadının da, bireysel olarak orada bulunmalarının bir sebebi var. Film ilerledikçe biz de, oyunun bu kadınların hayatındaki asıl değerini görmeye başlıyoruz. Oyun bir varoluş sebebi oluyor, ve o varoluşu kanıtlama aracı. Öyle olması gerektiği için değil, kendileri seçtiği için bir işe dört elle sarılma sebebi oyun, değişim sebebi. Kadınların hepsi de, kendi hikayeleri, bir şekilde, oyunu oluştursun istiyor hatta bu konuda korkusuz davranırken; Oyun, artık bir ifade biçimi, bir ses çıkarma yöntemi haline geliyor. Öyle bir yöntem ki bu; herkesin önünde, sahnede; yüksek sesle, yazılı bir yerden ezberlenmiş, çalışılmış, üzerinde uğraşılmış ve düşünülmüş.

Hayatı boyunca öğretmen olmak istemiş, üstelik bu hayalinden de hala vazgeçmemiş kadınlardan biri, tam da oyunda öğretmen rolünü aldıktan sonra, öğretmenliği sevme nedenlerinden birini anlatıyor ve öğretmenin velilerin karşısında duruşu hoşuma gidiyor diyor. Şimdi, bu tiyatro oyunu, oyuncularının duruşu oluyor; bu köyün hikayesini anlatmaktan, dertlerini görselleştirmekten öte, bu duruş, kendilerine güvenlerinin sebebi oluyor kadınların. Zeynep’in kocası, Zeynep tiyatro çalışmaya başladıktan sonra değişiyor; ya da daha önemlisi ve de bunun sebebi; Zeynep değişiyor tiyatro çalışmaya başladıktan sonra; kendisi anlatıyor, “Mustafa, ben artık eski Zeynep değilim dedim”diyerek. Bu değişim, bu duruş değişikliği, belgeselin en başından beri gördüğümüz, ve de bizi şaşırtan, güçlü kadın görüntüsüne rağmen varoluyor üstelik. En başından beri, zaten, hiçbir kadın böyle gelmiş böyle gider demiyor bize/kameraya, ya da koşulsuz kabul etmiyor hayat hikayesini. Yine de, tiyatro, şimdi; görüntüleri, ses çıkarma sebepleri ve de sesleri oluyor bu kadınların.

Tam da bu noktada, oyunun varlığı ile belgeselin varlığı benzeşiyor. Tiyatro üzerinden kadınlığın dertleri anlatılırken, tiyatro bu içeriğinin çok daha ötesinde bir amaca hizmet ediyor, aynı Mersin’in bir köyündeki tiyatro hazırlığından çok daha fazlasını anlatan belgesel gibi. Kadınların oyundan aldıkları güç, bir manada, öznelerinin belgeselden aldığı gücü temsil ediyor, ve belgesele görünenden öte bir anlam yüklemiş oluyor.

...