29 Mart 2010 Pazartesi

Divine Intervention

Divine Intervention’in ilk yarısı, günlük olaylara tanıklık ettiriyor bize. İstanbullu ya da batıya göre doğulu izleyiciler olarak, sıradışı gelmiyor bize izlediğimiz hiçbir hareketlilik. Hatta sıradan önemsiz olaylar bize izletilenler. Fakat aslında ilk yarının bütün bu hareketleri, tam da, neden olduğunu bilmeden durup izlediğimiz, önemi olmayan ama izlettiren ve de hafızamızda yer eden küçük anılara benziyor. Evinin önünü temizleyen kadını, garip bir tutuklama anını, çöpü atan komşuyu, bir şekilde ve nedense izliyoruz, onlar da hafızamızda yer ediyor.

Bir taraftan ise, Suleiman’ın ‘iyi’ yönetmenliğinin altını çizercesine absürt ama yine de gerçek sahneler yavaş yavaş bağlantılanmaya, ya da en azından anlamlanmaya başlıyor. İzlediklerimiz hala basit, sıradan olaylar, hele de doğuluysanız. Fakat ne Suleiman’ı ne de Divine Intervention’i politik duruşundan, acısından dışarı çıkarmak, cümleleri öyle okumak mümkün değil. İnce ince işlenebilecek sembollerle, işgal altındaki şehrinde yaşamayı anlatıyor Suleiman, her ayrıntıyla; ya da işgal altındaki şehrinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hissettiriyor, tüm filminin sessizliği, hali tavrı, rengiyle.

Buraya kadar sadece hisli bir film Divine Intervention. Hareketlilik iyice absürtleşmeye, hatta gerçek üstü olmaya başladıktan da sonra, başka bir sembol giriyor işin içine. Teker teker yapılabilecek benzetmelerin ötesinde, bütün bu gariplik, yönetmenin/başrolün ya da herhangi bir Filistinli’nin yaşamaya çalıştığı ülkesinde hissettiği gariplik. O kadar garip ki düzen denilen başlık altında olan günlük olaylar, insanın sessizce izleyesi, yol kenarında öylece bakası geliyor. İşte bu bakma motifi de, filmin ikinci yarısını ve de aslında bütününün satıraltını oluşturuveriyor.

Hikaye, ikinci yarısında, filmin genel haline de uygun bir şekilde pek konuşmayan çiftimize odaklandıkça; onların sessizliği ve izleyişleri, Divine Intervention’ın derdi, sorgulaması oluyor. Birinci bölümde, anlamlandırmaya çalışarak izlediklerimize bu sefer, hikayenin başka yerlerinde de yer alıp bize kendilerini izlettiren çiftimiz bakıyor. Şimdi biz de, onların sessiz bakışlarında bütün bu absürtlüğü sorgulamaya başlıyoruz. Böylece Divine Intervention, derdini de anlatmış oluyor.

Bütün bu örgünün arasında ve son olarak, dikkatli bakarsak, Divine Intervention’ın aynı zamanda bir meta sinema örneği olduğunu da görüyoruz. Başrolde oynayan yönetmen sadece oyunculuk yapmıyor, ya da sadece kendi hislerini katmıyor hikayeye, aynı zamanda izlediğimiz bütün hikayelerle, yönetmenin duvarındaki post-itler arasında, yazılan/yazılmayan senaryo aracılığıyla kurulan bir bağ da var. İşte bu yüzden, filmin son cümlesinin de, ‘hadi artık oldu, bitir’ olması anlamlı. Bu cümleye yapılacak ‘sessizliğine devam et, çünkü absürt bütün olanlar ve değiştiği de yok’ benzetmesinden başka, yapılan filmin ‘pişmesi’ ve tam da bu cümleyle bitivermesi de örgünün son kıvrımı aslında.

3 Mart 2010 Çarşamba

Son zamanlarda Turkiye'de olusan politik ve sosyal gelismelerin sonucuyla, Turkiye'den çıkan belgesellerin dertlerininin de, tabir-i caizse daha cesaretli ve sesleri daha yüksek çıkan, en azından seslerin yüksek çıkmasını amaçlayan bir hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu noktada diyebiliriz ki, önceki yıllara, üstelik de yakın zamana nazaran, (elbette ki nedeni açık bir şekilde) son 10 yılda, 'yakın geçmiş ile yüzleşme' derdi kendini belgesel yapımında da, açık bir şekilde gösteriyor.

Son zamanlarda, gösterimleri festivallerle ya da elden ele dolaşan dvd'ler ile kısıtlı olsa da; çekilen belgesellerin, uzun zamandır sessiz cümlelerde kalan dertlerini sadece konuşulur hale getiriyor olmaları bile çok önemli. Söyleyeceğini belgeselle anlatmak, kitapla karşılaştırıldığında daha görünür hale gelmesi açısından; kurguyla karşılaştırıldığında, özellikle de üzerine toprak atılmış konular sözkonusu olduğunda, etkleyiciliğine farklı bir boyut katması açısından, belki de sırf bu konuşulur hale getirebilme durumu nedeniyle önemli.

Fakat bir taraftan da, filmin konusunu ve bu konudaki hassaslığımızı bir kenara bıraktığımızda, ve filmi sadece bir belgesel olarak değerlendirdiğimizde, bahsettiğim bütün bu önemlerin uzağında, sadece bir belgesel olma gerçeğinden yola çıkan estetik kaygının sorgulanması ile başbaşa kalıyoruz. Bu noktada da, hassaslığımızın, ve ‘susulanın artık söylenir olması gerektiği’ heyecanımızın bu sorgulamanın önüne geçmemesi gerekiyor. Bu sorgulamaya üzülerek verdiğimiz cevap ise, ‘keşke izlediğimiz iyi de bir belgesel olsaydı’ olduğunda, ayrımına varabilmeliyiz ki; bu birbirinden bağımsız olan (ki olması gereken) iki değerlendirme, filmin derdine saygısızlık etmek anlamına gelmiyor. Aksine, verdiğimiz cevabın üzüntüsü, bu iki farklı değerlendirmenin aslında birbirlerini destekleyen ve birbirlerine güç veren unsurlarla alakalı olduğunu bilmenin üzüntüsü.

Bana yukarıdakileri düşündürten film, galası henüz dün yapılmış olan Nezahat Gündoğan’ın Dersimin Kayıp Kızları adlı belgeseli. Sadece koca Cemal Reşit Rey’i ayakta izleyenler de dahil olmak üzere dolduran, kimilerinin salonun dışında yerlere oturarak televizyon ekranlarından izlediği film, kendine belirli bir topluluk dışında çok da ses bulmamış ve konuşulması gereken konusuyla, kesinlikle önemli bir yapım. Ama öte yandan, barındırdığı (ki aslıdna içinden geçen gerçek cümleleri nedeniyle fazlasına hiç de gerek olmayan) bir duygu sömürüsü, rahatsız edici yakın çekimleri, coğrafi görüntülerin arkalarına yapıştırılmış hüzünlü müzikleri ve hikayenin her aşamasında gösterilen ama kaynağı belirtilmeyen fotoğrafları ile iyi denilemeyecek bir belgesel. Ve bu noktada, yukarıda anlatmaya çalıştığım, filmin üzerine yazılacak cümlelerin çıkış noktası olacak iki unsur, ne yazık ki birbirini tamamlamıyor. Ve, ses çıkmış ve çıkacak, bu elbette ki çok önemli, ama bence, amaç tam da yerini bulmuyor.