12 Aralık 2013 Perşembe

Hayatboyu: Ela'nın Gerginliği

Bu yazının orjinali www.karsikultur.com adresinde, 1 Aralık 2013 tarihinde yayınlanmıştır.
Bir arkadaşım var, birçok yeteneğine hayran olduğum. Çok iyi bir anlatıcı, kelimeleri çok kuvvetli, çok iyi bir ressam – profesyonel olarak yapıyor işini, ve de çok iyi bir aşçı – parmaklarınızı yersiniz, hayalgücüne şaşırırsınız. Ama bütün bunları göremiyorsunuz, çünkü kendisine biraz gözünüz alışınca fark ediyorsunuz ki “kasmamak için çok kasıyor” bu genç adam. Öyle bir herkesle aynı olmadığını saklama telaşında ki, sırtını sıvazlayıp sakin ol, böyle de güzelsin demek istiyorsunuz. “Ben öyle şeylerden hoşlanmam, ben nasıl göründüğümü önemsemem, o kadar önemsemem ki, çok önemsemem, bana klişeler uğramaz ve şekiller ve yalandan gülmeler ve yalandan konuşmalarla işim olmaz” – tüm satır araları ağzına kadar bu cümlelerle doludur bu arkadaşımın.
İşte Hayatboyu‘nu ben bu arkadaşıma benzettim.
İki anakarakterinden kadın olanının etrafında dönen bir hikayesi var filmin. Benim film hakkında hiçbir şey okumadan önceki naif ve umutlu beklentimin aksine, zamanla ve suçlusuz bir şekilde biten bir ilişki değil anlatılan. Aksine, sürekli çabalayan, sürekli gergin, sürekli sırça köprüde ve sürekli ‘bırakılan’ bir kadının ve onun bitmek üzere olan ilişkisinin (ek olarak da bu ilişkideki erkeğin) hikayesi bu. O kadar ki, filmin bir iki noktasında, kadının olmadığı zaman ve mekanlarda kameranın erkeği takip etmesine şaşırdığımı hatırlıyorum. Bu bağlamda, Ela’nın gerginliği filmin en büyük motifi. Sadece hikayenin anlatılırken demir atmayı seçtiği yer değil Ela, aynı zamanda onun gerginlikleri, huzursuzluğu, sessiz çabaları ve katlanarak artan öfkesi hikayenin ta kendisi. Film de bunu seyircisine hem oyunculuklar, hem mekan seçimleri hem de kamera açıları ile, oldukça kaydadeğer bir başarıyla yansıtıyor.

(Bu yazı için) en önemli nokta ise, filmin, hikayesini oluşturan dolayısıyla da her sahnesine sinen bu gerginlik halini tek başına Ela’ya yüklemesi. Erkeği hiç dinleyemiyoruz örneğin, onun gözünden bakamıyoruz hikayeye (dolayısıyla da ilişkilerine). O kadar ki, büyük bir önem taşıyan telefon konuşmasını bile bir tek Ela dinleyebiliyor, bize sessizlik düşüyor. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu fark etmek zor değil. Ancak bu durumun beraberinde getirdiği bir ikilem de mevcut: Ela o kadar içine kapanık ve öfkeli ve gergin ki, Ela ile Ela’yı anlatmaya çalışan film de bu içine kapanıklığa bürünmek zorunda kalıyor. Film bittiğinde (hatta hikaye ilerlerken – belki de kameranın sadece Can’ı gösterdiği o sınırlı zamanlarda) fark ediyorsunuz ki, hiç tanımamışsınız Ela’yı, hiç bilmiyorsunuz nasıl biri ve nasıl bir sevgili – ne aldı ve ne getirdi bu ilişkide. Hikaye, bardaki oldukça başarılı “senin ne düşündüğün önemli değil hakkımda çünkü sen zaten evdesin, ama bu tanımadığım kadının söyledikleri yüzümü güldürür hemen” sahnesi ya da evdeki “benden kaçarken bile, benim paramı kullanırsın, kullanmalısın ve kullanacaksan elbette ki” aşağılama sahneleri ile açık ve net bir şekilde Can’a yüklese de bu bitişin günahını, merak etmekten alamıyorsunuz kendinizi: Acaba Ela nasıl biri? Ela’nın sessiz ama şiddetli öfkesi engelliyor sizi her bir şey öğrenmek, biraz daha bilgi edinmek istediğinizde. Adeta hikaye bir şekilde bir şeyler açıklamak istediği anda Ela giriyor hemen araya ve “fotoğraflarda hep çirkin çıkarım o yüzden hiç sevmem fotoğraf çektirmeyi” inadıyla kameranın içine içine bakıyor, ters ters.

İşte bu noktada (Ela sert pozlar verirken kameraya) biz seyirciler soruyoruz kendimize:
Zaten en başından beri bu muydu Hayatboyu‘nun derdi? Ela’nın gerginliğinin, hikayeleri duvara öfkeyle çarptırıp, tuz buz eden öfkeli hali miydi zaten film? Yani kısaca bilerek mi yaptı bunu film?
Yoksa en başta bahsettiğim arkadaşım gibi miydi Hayatboyu da, anlatacak çok şeyi vardı da, stilize, sterilize, çok sessiz ve özel olma telaşına mı kapılmıştı, aslında çok yetenekliyken (özelken) farklı olmak için kendini gerip duran arkadaşım gibi?

1 Aralık 2013 Pazar

Eski Posterler: Şahmaran



  Daha en başından “bir varmış bir yokmuş” ile başlıyor film, cama boyanmış bir şahmaran resmi eşliğinde, binlerce yıldır İstanbul’un altında bulunan hazinelerin hikayesini dinliyoruz. Kahvenin diğer müşterileri gibi, bize de çok inandırıcı gelmiyor ise bu hikaye, cevabı hemen yapıştırıyor anlatıcı; “bulamadım evet altınları ama, araması bile güzel.”
   Zülfü Livaneli’nin yönetmenliğini yaptığı ikinci filmi olan Şahmaran, işte bu, ‘hikayedeki altınları, gerçekte arama’nın güzelliğinin hikayesi. Bırakın bir çocuğu, koca adamların bile inandığı / inanmak istediği hikayeyi, şimdiye taşıyor ve gerçekle efsaneyi karıştırıveriyor.
   Film boyunca izlediklerimiz, her ne kadar hikayenin merkezinde bir çocuk olsa da, onun bakış açısından abartılmış, efsaneleştirilmiş, rüya gibi sahneler değil, aksine onun bile zaman zaman anlayışının ötesine geçen gerçeklikte, gerçekliğin karanlığında geçen sahneler. Fakat, sanki bütün olanların, bir taraftan anlatılan Şahmaran efsanesinden bir farkı yok gibi. Kaçaklara yardım eden kadının, bir büyücüden farkı yok; ismini bilmediğimiz kadına herkes Sultan diye hitap ediyor, kendisi de vücuduna sardığı, ucuşan parlak kumaşlar ve çıplak ayaklarla dolaşıyor; kötü adam ise gerçeğine tıpatıp benzeyen kuklalarla konuşuyor.
   Bu gerçekle efsane arasında kalmışlık, filmin en büyük gücü aslında; ne unutup gideceğimiz uzak diyarların hikayesi anlatılan, ne de hergün karşılaştığımız için içimize işlemeyen karanlık bir olay. Bu arada kalmışlık, çocuk oyuncuların zaman zaman şirinliğe kaçan doğallık çabaları, filmin karmaşık bir olay örgüsü olmasa da bize ipuçlarını yavaş yavaş hissettiren sade anlatımı yanında bu filmi izlenir kılan en büyük etkenlerden biri.
   Zaman zaman konuşmadaki soruların cevaplarını bile almadığımız ya da önemli bir sahnenin devamını göremediğimiz kopuk sahneleri, filmin masalsı anlatımına yorup, filmi okumaya başladığımızda en dikkat çekici yanlardan biri Şahmaran/Sultan’ın yarattığı etki. Şahmaran efsanede daha anaç anlatılırken, gerçekte, sanki özellikle aksi sunulmuş gibi, cinsel göndermelerle çevrili. Sırları olan bu soğuk kadını, bir anneye sevgi duyar gibi değil, iyi/kötü etiketi vermeden, hayranlıkla, merakla seviyoruz biz de. Zaten, iyi ile kötü, bize insanoğlunun ihanetinden bahseden bu filmde çok da kesin çizgilerle verilmiyor. Hikaye, kimin ne yapıp da bu duruma düştüğü ile ilgilenmekten ve kimin için neden üzülmeniz gerektiğini söylemekten öte, birilerinin ya da hayatın kendisinin ihanetine uğramış birkaç masal kahramanının, masallardan medet ummasına hüzünlenmeye çağırıyor sadece bizi.
   Şahmaran, sakin yapısıyla ve gerçeklikle masalsılığın karıştırılmasını bir anlatım aracı değil, hikayenin kendisi olarak kullanmasıyla, bir dönem uykuya yatmış Türk sinemasında kesinlikle önemli yer edinmiş bir film. Hiç belli etmeden sizi içine çeken, göz boyamalara girmeden efsanelerden bahseden ve üstelik, siz hiç beklemezken içinize işleyen bir hikaye bu. Şahmaran biterken, sahnenin güzelliğine hayranlık mı duysanız, yoksa hikayeyi dinleyip gidenlere ve kalanlara mı üzülseniz bilemiyorsunuz..