23 Ocak 2014 Perşembe

YENİ ADRES / NEW WEBSITE

Biz büyüdük, evden ayrıldık, kendi başımıza yaşayacağız.
Afişlerimizi artık başka bir duvara asıyoruz, burayı (anakucağını) seviyor ama arkamızda bırakıyoruz.
Yeni evimize bekleriz:

www.duvarimdakiafisler.com


We grew up, and so we are having our own apartment!
New walls to put posters on.
Our parents' place (here) will always be remembered, yet you are more than welcome to the party:

http://duvarimdakiafisler.com/category/english/


19 Ocak 2014 Pazar

American Hustle


Duvarımdaki Düşünce Bulutları:
İlk aklıma gelen David O. Russel'ın kesinlikle film yapmayı sevdiği. Sahnede biz olmasak da eğlenecek olan müzisyenlerin her zaman en iyi performansı sergileyenler olması gibi, bunun sonucu da Russell'ın iyi filmler yapması.
Oyuncu kadrolarındaki benzerliklerinden, en yakın zamanda izlediğim David O. Russell filmi olmasından ve son olarak benzer Oscar takdirlerine sahip olmalarından olacak, American Hustle'ı izlerken kendimi Silver Lining Playbook ile karşılaştırma yaparken buldum sürekli. İkincisinde en beğendiğim şeylerden biri, karakterlerin sıkışmışlık duygusunu üzerine alınıp, benzer bir kaçma isteğine sahipmişçesine yakın ve hareketli olan kameraydı. American Hustle'daki üzerine alınma, benzer bir şekilde yine bir üzerine alınma - hikayenin hissiyatı filmin anlatımına yansıyor ama, bu sefer biraz daha sofistike. Zira bu sefer okuması kolay bir kamera hareketinden değil, hikayenin temalarından biri olan 'inandırıcılık' kavramının film anlatımında da yer edinmesinden bahsediyorum. Karakterlerine birbiri ardına ve düzensizce hikayeyi anlattıran film, bu açıklığı ile hiçbir karakter bizi/kamerayı aldatmıyormuş hissi uyandırıyor seyircide. Sanki bir süprizle karşılaşmamız mümkün değil, ki zaten bu önemli de değil, çünkü karakterlerin derdi, tek derdi, hikayelerini anlatmak; bizimle bir ilgileri, bizi manipüle etmek gibi bir dertleri yok.
Ve bunun sonucunun da, bizi ters köşeye yatıran ya da beklediğimizi yapan hikaye ile pek bir alakası yok. Asıl sonuç, filmin bu tavrının birbirleri arasında çok yumuşak geçişler yapan hatta zaman zaman sakince içiçe geçen hikaye katmanlarına yol açması. Asıl sonuç, (her) hikayenin, eğer dürüst anlatılırsa görebileceğiniz farklı yönleri olması. Asıl sonuç, bunun hem bir suç, kandırmaca filmi, hem üstü kapalı aşk aforizmaları, hem kaybedenler hikayesi, hem de yıkılan Amerikan Rüyası dramı olması; daha önemlisi, bunların hepberaber, aynı anda olabilmesi.

Oscarlık Yorumlar:
Amy Adams tartışmasız oscarlık bir şekilde yıldızlaşsa da, bana kalırsa filmdeki oyunculuğu işte tam da oscarlık: "abartılacak bir şey yok ama hadi tamam." Jennifer Lawrance'u film boyunca "tamam şimdi abartıya kaçacak, bozacak" diyerek izledim, bir kez bile yapmadı ve Silver Linings Playbook'da değil ama bu filmdeki performansıyla kesinlikle çok iyi bir oyuncu olduğunu kanıtladı. Christian Bale, Oscar düzçizgisinde, yani -rolünün olması gerektiği gibi, daha fazlasını vermeden- iyiydi. Bradley Cooper, yakışıklı surattan fazlası olduğunu zaten kanıtlamıştı, daha fazla bir şey yapmadı, yine sadece kanıtladı.



Kalbimden Geçen Afişler:
Ucuz bir kurutemizlemecide, dönüp duran ve onlara ait olmayan kıyafetlerin tam ortasında kendi zenginliklerinin planını (henüz kafalarında) yaparken, aşkın tanımını yaptılar. Dedi ki Irving, "bir sırrımız var sanki, sanki sadece biz anlıyoruz." Filmden bir sahne aklımda kalacaksa, bu sahne olabilir o; tamamen aşk tanımlamalarını, açık seçik ya da sembolik halleriyle, çok sevdiğimden. Bir sır tutmak gibidir hakkaten aşık olmak, bazen. Bazen de anlamadan, hiç anlamadan, sadece birbirine gülümsemektir karanlıkta / az ışıkta. Olabilir. O da bende kalsın.

12 Ocak 2014 Pazar

İçimizdeki Düşmanı Öldüren Film: Oldboy


Filmi izlemediyseniz, üstü çizili kelimelerden bi-haber kalmalısınız ki cevapsız soruların tekinsizliğini yaşayabilin film(ler)i izlerken:


Ben lisedeyken, karizmatik olan şeylerden biri iyi film bulup izlemekti - şanslıydım evet. Ortalığı kasıp kavuran filmlerden birinin de Oldboy olduğunu hatırlıyorum. Bir sebeple birden fazla izlediğim çok nadir filmlerden biri olmuştu (muhtemelen farklı arkadaşlarımın "hadi evde film izleyelim" planlarına dahil olmuştum) ve hatırlıyorum, çok uzun süre ne kadar harika bir film olduğunu konuşmuştuk Oldboy'un. Konu böyle ünü olan biri Kore yapımı olunca, Hollywood yeniden çevrimi haberine iki kat daha fazla tepki gösterdim ben de, yapacak bir şey yok...

2013 yapımı, Türkiye'de geçtiğimiz hafta gösterime giren ve Spike Lee yönetmenliğindeki Oldboy, eğer Kore yapımını görmediyseniz iyi bir film. 2003 tarihli, Park Chan-wook'un Oldboy'unu gören çoğu eleştirmen ise bu yeniden yapıma manasız damgasını vurdu, zira karakterlerin İngilizce konuşması ve hikayenin Amerika'da geçmesi haricinde filme getirilmiş gözeçarpan bir yenilik yok. Bana sorarsanız ise, Oldboy (2013)'da bütün bu benzerliklere rağmen çok ciddi bir fark, apaçık bir kültürel asimile durumu mevcut.

hero_Oldboy-2013-1
Oldboy, 2013

Park Chan-wook'un Oldboy'u pek çok sebepten iyi bir filmdir ve akılda kalmasının, hem izlerken hem de sonrasında beyninize işlemesinin sebebi sizi bıraktığı zor durumdur: Tekinsizliği, anlatılan hikayenin sınırları içinde kalmaz, dışarıda duran (izleyen) bizler de, mütamadeyin -sorularımız cevaplanınca bile- soru işaretleri ile boğuşuruz. Önce ana karatker ile aynı soruları sorarız: Neden buraya hapsedildi? Bunu ona kim yaptı? Bunu ona neden yaptı? Şimdi ne olacak? Sorularımız teker teker cevaplandıkça ise içimiz rahatlamaz, aksine daha çok bulanıklaşır durum: Hiçbir cevap tek bir doğru göstermez bize, mağdur olan suçlu, suçlu olan masum, herkes hem iyi, hem kötüdür. Daha ilk sahnelerden Dae-su'yu sevemeyiz ama başına gelenler de yakınlaştırmaz bize onu, karar veremeyiz burada gülmesi iyi bir şey miydi, yoksa ağlamalı mıydı. Sonradan ortaya çıkan karaktere ise kötü adam demeye dilimiz varmaz bir türlü, acısı evindeki kocaman dalga resmi kadar heybetli, intikamı ortalığa saçılan kan kadar korkunç, sevgisi ise sonsuz, büyüktür; aynı Dae-su'nun bilmeden işlediği ve cezası yerine geçen günahının en az içindeki sevgi kadar büyük olması gibi.

Oldboy, 2003
Oldboy, 2003

Park Chan-woook'un Oldboy'undaki karakterler korkunçtur, hikaye her sahnesiyle rahatsız edicidir. Ancak bu rahatsız ediciliğin bir sebebi de düz bir çizgiye oturtamamanızdır hikayeyi, sizi ne tarafa koşacağını bilemediğiniz dairelere sokup sokup çıkarır film.
Sebebini bilmeden 15 sene bir odaya kapatılan Dae-su bu acımasızlık sebebiyle mağdurdur, ona bunu yapan Woo-jin ise kötü biridir. Fakat Woo-jin kardeşini kaybetmiştir ve buna Dae-su sebep olmuştur, bu sebeple Woo-jin mağdur, masum, Dae-su kötü, acımasızdır. Fakat Woo-jin öz kardeşi ile sevişmektedir, bu hastalıklı/kötü/kural dışı/kabul edilemezdir, öyleyse Woo-jin de o kadar masum değildir. Bu durumda Dae-su mağdur olabilir ama o da kendi kızıyla sevişmiştir, o halde o da ölmeyi hakeder. Aynı zamanda bu günahı keyif alarak işlediyse, Woo-jin'i anlaması gerekmektedir. Bu durumda Woo-Jin masum mudur?
Ve daire dönmeye, her seferinde diğer ucuyla birleşen bir çizgi olmaya devam ettikçe, her karakter de kötülüğü ve iyiliği içinde barındırır, kendibaşına bir kaos haline gelir. Klişeliğine rağmen bu durumda söylenecek tek bir cümle vardır film hakkında: "Aynı hayat gibi, bu filmin kendisi de kaostur.

Spike Lee ise aynı hikayeyi bu daireleri düz çizgilere çevirerek anlatır. Onun oldboy'unda kötüler çirkin ve belirli, iyiler belki yoldan sapmışlığı olan ama yakışıklıdırlar. Filmin daha beşinci dakikasında, ana karakter olmaktan çıkar Joe Doucett, bir kahramana dönüşür. Bu uğurda kan dökmesi gerekse bile, doğru yolu bulacağından eminizdir. Nereye koşacağımızı bilerek izletir kendini bize Spike Lee'nin Amerikalı Oldboy'u. Bütün aklımıza gelmeyen süprizlere rağmen, varacağımız yeri az çok kestiririz.
Joe, bilmediği bir sebepten 20 sene boyunca bir odada hapsedilir. Bu hapislik sırasında aklını kaçırma derecesi, arınma isteğinden düşüktür; sadece intikam için değil, hatalarını telafi edip iyi bir baba olmak için de özgür kalmak ister: Daha dışarı çıkmadan arınması başlamıştır. Ona bu cezayı veren Adrian, kötü biridir, çünkü Joe'ya bu acıları çektirmiştir. Dışarı çıkıp, bir sürü vahşet yaratıp Adrian'dan intikam almak isteyen Joe evet kan döker ama arınma sürecindedir. Onun aksine senelerce içindeki nefret kesintisiz büyütmüş olan, ve yine onun aksine göze sokar bir şekilde 'çirkin' olan Adrian ise arınamamış, Joe'ya dayanılmaz acılar çektirmek için ince hesaplar yapmıştır. Ona acımayız. Sonradan öğreniriz ki Adrian ve merhum kızkardeşi tacizci bir babaya sahip olmuşlardır. Şimdi ona acırız, ama bu kadar çirkin ve bu kadar kötü birini affedemeyiz. Sonuç olarak Adrian hastalıklı bir şekilde de olsa babasının yaptıklarını kavrayamamıştır, Joe'yu sadece sır saklayamayıp kızkardeşinin ölümüne sebep olduğu için değil aynı zamanda aile saadetlerini bozduğu için de suçlar. Joe Doucett ise cezası yerine geçen günahının, kızıyla sevişmesinin mağduriyetini yaşar. Dae-su hikayenin sonunda içindeki canavarı öldürmüştür ancak yuvarlaktan çıkamaz, onu 'seven' kızıyla ağlamakla gülmek arasında başbaşa kalmıştır. Joe Doucett ise günahını arınma sürecinin bir parçası olarak görür, kızı olduğunu bilmeyen Marie'ye mutluluk diler ve kendi cezasını kendi verir, ağlamaz, güler, zira arınması tamamlanmıştır.
Amerikan filminde, ister istemez bir katarsis ile serinler içimiz, tüm tekinsizliklere rağmen. Amerikan filmi bize düz bir çizgi vaad eder, eğer yeterince iyi bir insan olursak 20 sene hapsolduğumuz bu odadan çıkabiliriz. Amerikan filmi, Amerikan rüyası gibidir, bize gelişim vaad eder. Bu gelişimin sözünü verebilmek için de düşmanı içimizden, kaosu hayatımızdan çıkarır. Zira hem mağdur hem de suçlu içimizde ise çıkamayabiliriz işin içinden. Düşmanın evin içinde bile olsa kendi içimizde olmaması daha basit, daha anlaşılırdır:
Eğer kızkardeşimizle sevişiyorsak kötüyüzdür, kızkardeşimiz ölünce üzülüyorsak ise iyi, etiketlenemeyiz, tek bir yere çekilemeyiz ve belki de iyileşemeyiz. Bu sebeple, Adrian kardeşiyle sevişmez, babasının tacizine uğrar.
Aralarında 10 sene olan bu iki filmin karşılaştırmalı okuması, Kore ve Hollywood Sinemaları üzerine konuşmak için çok iyi bir bahane. Çok tanrılı dinlerin hiç uğrayamadığı Amerika kıtası, iyi ile kötüyü net çizgilerle ayırt edip, hata yapmayan, mutlak iyi Tanrısına, kendi başarısını ve doğru yolu bulma çabasını sunmak için canla başla çalışıyor. Bu yolda mutlak doğruyu bulabilme, iyileşebilme, sorularına cevap alabilme sözünü almak zorunda. Ve bu aynı yol, kapitalizm ile rahatça paralelleşerek, bir gün müdür olabilme sözünün motivasyonuyla düz, ince bir çizgide, aşağıya bakmadan yürüyen modern işçilerini yaratıyor. Hata yapan, kıskançlık duyup cinayet işleyen tanrılara sahip olmuşluğu olan Dünya'nın Doğu tarafı ise tek bir doğrusu olamayabileceğinin, içinde birden fazla hayvan sembolünün - hem uysal bir tavşanın hem saldırgan bir kaplanın - barınabileceğinin ve bazen bazı sorulara verecek tek bir cevabının olamayacağının bilincinde. Duvarlara çarpa çarpa ilerleyen bu tarafın insanı, yolun sonundaki farazi ışığın kendisini kör etmesine izin vermektense, duvarlarla ilgileniyor. Sonuç olarak da, çarptığı duvarlarla ilgili, karanlık filmler yapıyor.

Oldboy, 2013



*İçimden yaptığım karşılaştırmalı film okumasını dinleyip, bana Nietzsche ve Kant karşılaştırmasıyla cevap veren, çok ve tek tanrılı dinleri hatırlatan Elif Sultan Gizem Savaş'a, bir kez de bu yazı için teşekkürler.