3 Mart 2010 Çarşamba

Son zamanlarda Turkiye'de olusan politik ve sosyal gelismelerin sonucuyla, Turkiye'den çıkan belgesellerin dertlerininin de, tabir-i caizse daha cesaretli ve sesleri daha yüksek çıkan, en azından seslerin yüksek çıkmasını amaçlayan bir hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu noktada diyebiliriz ki, önceki yıllara, üstelik de yakın zamana nazaran, (elbette ki nedeni açık bir şekilde) son 10 yılda, 'yakın geçmiş ile yüzleşme' derdi kendini belgesel yapımında da, açık bir şekilde gösteriyor.

Son zamanlarda, gösterimleri festivallerle ya da elden ele dolaşan dvd'ler ile kısıtlı olsa da; çekilen belgesellerin, uzun zamandır sessiz cümlelerde kalan dertlerini sadece konuşulur hale getiriyor olmaları bile çok önemli. Söyleyeceğini belgeselle anlatmak, kitapla karşılaştırıldığında daha görünür hale gelmesi açısından; kurguyla karşılaştırıldığında, özellikle de üzerine toprak atılmış konular sözkonusu olduğunda, etkleyiciliğine farklı bir boyut katması açısından, belki de sırf bu konuşulur hale getirebilme durumu nedeniyle önemli.

Fakat bir taraftan da, filmin konusunu ve bu konudaki hassaslığımızı bir kenara bıraktığımızda, ve filmi sadece bir belgesel olarak değerlendirdiğimizde, bahsettiğim bütün bu önemlerin uzağında, sadece bir belgesel olma gerçeğinden yola çıkan estetik kaygının sorgulanması ile başbaşa kalıyoruz. Bu noktada da, hassaslığımızın, ve ‘susulanın artık söylenir olması gerektiği’ heyecanımızın bu sorgulamanın önüne geçmemesi gerekiyor. Bu sorgulamaya üzülerek verdiğimiz cevap ise, ‘keşke izlediğimiz iyi de bir belgesel olsaydı’ olduğunda, ayrımına varabilmeliyiz ki; bu birbirinden bağımsız olan (ki olması gereken) iki değerlendirme, filmin derdine saygısızlık etmek anlamına gelmiyor. Aksine, verdiğimiz cevabın üzüntüsü, bu iki farklı değerlendirmenin aslında birbirlerini destekleyen ve birbirlerine güç veren unsurlarla alakalı olduğunu bilmenin üzüntüsü.

Bana yukarıdakileri düşündürten film, galası henüz dün yapılmış olan Nezahat Gündoğan’ın Dersimin Kayıp Kızları adlı belgeseli. Sadece koca Cemal Reşit Rey’i ayakta izleyenler de dahil olmak üzere dolduran, kimilerinin salonun dışında yerlere oturarak televizyon ekranlarından izlediği film, kendine belirli bir topluluk dışında çok da ses bulmamış ve konuşulması gereken konusuyla, kesinlikle önemli bir yapım. Ama öte yandan, barındırdığı (ki aslıdna içinden geçen gerçek cümleleri nedeniyle fazlasına hiç de gerek olmayan) bir duygu sömürüsü, rahatsız edici yakın çekimleri, coğrafi görüntülerin arkalarına yapıştırılmış hüzünlü müzikleri ve hikayenin her aşamasında gösterilen ama kaynağı belirtilmeyen fotoğrafları ile iyi denilemeyecek bir belgesel. Ve bu noktada, yukarıda anlatmaya çalıştığım, filmin üzerine yazılacak cümlelerin çıkış noktası olacak iki unsur, ne yazık ki birbirini tamamlamıyor. Ve, ses çıkmış ve çıkacak, bu elbette ki çok önemli, ama bence, amaç tam da yerini bulmuyor.

Hiç yorum yok: