old posters etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
old posters etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2013 Pazar

Eski Posterler: Şahmaran



  Daha en başından “bir varmış bir yokmuş” ile başlıyor film, cama boyanmış bir şahmaran resmi eşliğinde, binlerce yıldır İstanbul’un altında bulunan hazinelerin hikayesini dinliyoruz. Kahvenin diğer müşterileri gibi, bize de çok inandırıcı gelmiyor ise bu hikaye, cevabı hemen yapıştırıyor anlatıcı; “bulamadım evet altınları ama, araması bile güzel.”
   Zülfü Livaneli’nin yönetmenliğini yaptığı ikinci filmi olan Şahmaran, işte bu, ‘hikayedeki altınları, gerçekte arama’nın güzelliğinin hikayesi. Bırakın bir çocuğu, koca adamların bile inandığı / inanmak istediği hikayeyi, şimdiye taşıyor ve gerçekle efsaneyi karıştırıveriyor.
   Film boyunca izlediklerimiz, her ne kadar hikayenin merkezinde bir çocuk olsa da, onun bakış açısından abartılmış, efsaneleştirilmiş, rüya gibi sahneler değil, aksine onun bile zaman zaman anlayışının ötesine geçen gerçeklikte, gerçekliğin karanlığında geçen sahneler. Fakat, sanki bütün olanların, bir taraftan anlatılan Şahmaran efsanesinden bir farkı yok gibi. Kaçaklara yardım eden kadının, bir büyücüden farkı yok; ismini bilmediğimiz kadına herkes Sultan diye hitap ediyor, kendisi de vücuduna sardığı, ucuşan parlak kumaşlar ve çıplak ayaklarla dolaşıyor; kötü adam ise gerçeğine tıpatıp benzeyen kuklalarla konuşuyor.
   Bu gerçekle efsane arasında kalmışlık, filmin en büyük gücü aslında; ne unutup gideceğimiz uzak diyarların hikayesi anlatılan, ne de hergün karşılaştığımız için içimize işlemeyen karanlık bir olay. Bu arada kalmışlık, çocuk oyuncuların zaman zaman şirinliğe kaçan doğallık çabaları, filmin karmaşık bir olay örgüsü olmasa da bize ipuçlarını yavaş yavaş hissettiren sade anlatımı yanında bu filmi izlenir kılan en büyük etkenlerden biri.
   Zaman zaman konuşmadaki soruların cevaplarını bile almadığımız ya da önemli bir sahnenin devamını göremediğimiz kopuk sahneleri, filmin masalsı anlatımına yorup, filmi okumaya başladığımızda en dikkat çekici yanlardan biri Şahmaran/Sultan’ın yarattığı etki. Şahmaran efsanede daha anaç anlatılırken, gerçekte, sanki özellikle aksi sunulmuş gibi, cinsel göndermelerle çevrili. Sırları olan bu soğuk kadını, bir anneye sevgi duyar gibi değil, iyi/kötü etiketi vermeden, hayranlıkla, merakla seviyoruz biz de. Zaten, iyi ile kötü, bize insanoğlunun ihanetinden bahseden bu filmde çok da kesin çizgilerle verilmiyor. Hikaye, kimin ne yapıp da bu duruma düştüğü ile ilgilenmekten ve kimin için neden üzülmeniz gerektiğini söylemekten öte, birilerinin ya da hayatın kendisinin ihanetine uğramış birkaç masal kahramanının, masallardan medet ummasına hüzünlenmeye çağırıyor sadece bizi.
   Şahmaran, sakin yapısıyla ve gerçeklikle masalsılığın karıştırılmasını bir anlatım aracı değil, hikayenin kendisi olarak kullanmasıyla, bir dönem uykuya yatmış Türk sinemasında kesinlikle önemli yer edinmiş bir film. Hiç belli etmeden sizi içine çeken, göz boyamalara girmeden efsanelerden bahseden ve üstelik, siz hiç beklemezken içinize işleyen bir hikaye bu. Şahmaran biterken, sahnenin güzelliğine hayranlık mı duysanız, yoksa hikayeyi dinleyip gidenlere ve kalanlara mı üzülseniz bilemiyorsunuz.. 

20 Kasım 2013 Çarşamba

Eski Posterler: Bir Kadının Anatomisi


    Bir Kadının Anatomisi, ismi itibariyle, kadın bakış açısı yorumlarından fazlasını vaat eden bir film. İster istemez, hikayeden beklentimiz büyük; bir kadını oluşturan bütün parçalardan bahsedecek bu hikaye bize. Fakat, Bir Kadının Anatomisi, farklı bir yol çiziyor ve bütün hikayeyi, kadına göre konumlanan erkekler üzerinden anlatıyor. Anatomi, sadece vücudu incelediğinden, ruhu dışarıda bırakıyoruz ve eşten, ilişkilerden bahsediyoruz kadını tanımlarken.
    Hikayede, çok sevdiği kocasını, tam da aralarında sorunlar başladığında kaybeden ‘kadın’ (çünkü filmde hiçbir karakterin ismini bilmiyoruz) birbirlerinin yokluğunu, ya da sadece kendi yalnızlığını telafi eden erkekleri hayatına sokmaya başlıyor. Ruhun incelenmesini es geçtiğimizden, bir kadının neden hayatında devamlı bir ilişkiye/eşe ihtiyaç duyduğunun cevabını alamıyoruz. Ancak yanlış kararlar bile olsa, karşısına çıkan farklı farklı erkekleri hayatına almaya devam ediyor kadın; belki öyle olması gerektiğinden, belki de maddi durumunun iyiliğine, ayakları yere basan bir kadın olmasına rağmen hayatında bir ‘kocaya’ ihtiyaç duyduğundan.
    Filmdeki kadının portresi, hikayeyi geliştiren adımlar açısından çok önemli. Karşımızda, kariyerinde başarılı, elinden kırmızı şarabını düşürmeyen, klasik müziği tercih eden, ses yükseltmeyi asla medeni bulmayan, “buna hakkın yok, bu hiç kibar değil, medeni olmalıyız” gibi cümleleri dilinden düşürmeyen, ve de erkekler tarafından devamlı arzulanan bir kadın var. Yaptığı seçimleri kumar oynamaya benzetme lüksü olan bu kadının varlığını baştan kabul etmeliyiz; o, erkeklerin suya sabuna dokunmayan bir melek mertebesine yükselttiği saf kız değil; başını alıp gitme lüksü olan bir kadın ve erkek de onu memnun etmek zorunda. Bir Kadının Anatomisi, böylece, seçimini, maddi, ailevi ve bunun gibi sebeplerden dolayı, ‘kalmaktan’ başka çaresi olmayan kadından yana değil ,90’lı yılların, güçlenen, maddi sorunları olmayan, modern hayatta söz sahibi kadınını anlatma yönünde yapıyor. Hikaye de, bu kadına göre konumlanmış ve hepsi bir protatip haline getirilmiş erkeklerin hikayesine dönüşüyor.
    ‘Emekçi bir ailede doğdum ama kendimi asilzade gibi hissediyorum’ sözünün sahibi, sınıf atlama çabasında; kadını memnun etme, onun gözünde yükselme ısrarıyla evliliğini boğan kocadan sonra; bir kasabada inşaat mühendisliği yapan erkek yerine, klasik müzik bestecisi erkeğin seçilmesi, filmin genel dokusu içinde çok manidar. Açık açık dile getirilmese de, kardeşler, arkadaşlar tarafından belli ediliyor ki; kadının belli bir hayat standartı var ve bunu korumak çok önemli. Film, hikaye boyunca, bu ‘küçük burjuva’ hallerini, göze sokuyor. İzlediklerimiz, zaman zaman ‘taşra usulü eğlenmeyi’ seçen, inşaat mühendisliği yerine, endüstri mühendisliği veya dekorasyon mesleklerine sahip, çay değil şarap içen, konuşmalarında ‘formasyon, konsantrasyon’ gibi kelimeleri kullanan, evine yağlı boya tablo asan –ama yatay mı dikey mi durması gerektiğini bilmeyen- insanlar. Bu netliğe rağmen, film, kadın erkek ilişkisi içindeki, hayat standartı beklentisinin getirdiği çatışmayı suya sabuna dokunmadan veriyor. Ne kadını suçlayabiliyoruz, yaşamından beklentileri için, ne de erkeği, ‘ilkelliği’, ‘kıskançlığı’ için. Önümüzde, sadece bir kadın var, ve sadece onun seçimleri. Bundan ötesi anlatılmamış adeta. Erkeklerin hepsi, onun karşısında tanımlıyor kendilerini. Filmin, hikaye son bulurken, bütün çatışmalara verebileceği tek cevap, ayrı dünyaların insanı olmak belki de; ruhu tanımlamadan, ilişki içinde olabilmek çerçevesinde.
    Bir Kadının Anatomisi, protatip insanlarına rağmen, aklı meşgul edecek sahnelere ve hikayesini sembollere dayandırmadan, herşeyin tüm karakterler tarafından açık açık söylendiği bir anlatıma sahip. Bu anlatım, dolu dolu olay örgüsüne sadelik ve gerçeklik katmakta. Belli insan tiplerini kendine karakter seçen film, bu insanları, kadrosundaki önemli oyuncuların da yardımıyla, tek atımlık sahnelerle, en sade ve anlaşılır biçimde anlatıyor. Oyunculuğunu, aşırılıklara boğmadan, tüm yalınlığı ile sergileyen ve karakterini tam bir uyum içinde canlandıran Hülya Avşar’a da hakkını vermek gerek. Birçok ünlü ismi de barındıran film, Avşar’ın filmografisinde kesinlikle önemli bir yere sahip. 

13 Kasım 2013 Çarşamba

"İlham Veren Belgeseller": Everything's For You


Abraham Ravett’in, Everything’s For You isimli belgeseli, ismine rağmen, ne babası hakkında ne de babası için yapılmış bir belgesel değil aslında. 1974– 1977 yılları arasında, babası vefat etmeden önce çekilen görüntülerde, babasının kameraya/oğluna konuşmaları ile başlasa da film, izlediklerimizin büyük oranı, 84-89 yılları arasında, Ravett babasını kaybettikten sonra çekilen görüntüler. Fakat filmin ismi, belgeselin çekiliş amacını ya da daha da önemlisi Ravett’in belgeseliyle ortaya koyduğu hislerini özetlemekte; herşey babası hakkında aslında; anıları, cevaplanmamış soruları, aile yaşamı, hatırladıkları ve bilmedikleri...
    Everything’s For You, Ravett’in bilinç akışının somut bir şekilde perdeye yansıtılmış bir hali adeta. Filmin birçok kaynakta, deneysel film etiketiyle yer alması da bundan kaynaklanıyor belki de. Babasının ölümünden sonra, onun kendisine anlattığı ve anlatmadığı anılarını bilmek, babasını daha iyi tanımak isteyen, bütün bunları yaparken de kendi çocukluk anılarına dönen Ravett, perdeye de aklından geçtiği gibi yansıtıyor görüntüleri. Kimi zaman durağan, kimi zaman patır patır akar halde görüyoruz fotoğrafları ve Ravett’in aklına nasıl takılıp kalıyorsa bazı sorular, biz de tekrar tekrar duyuyoruz onları. Öyle ki, çocuk çizimlerine benzeyen animasyonların kullanıldığı sahnelerden birine, aynı Ravett’in aklına gelme sırasında olduğu gibi, önce babasının ağzından çıkan cümleyi duyuyoruz biz de, sonra anıyı hatırlıyoruz / izliyoruz.
    Yahudi soykırımını atlatmış ve ardında bir aile bırakmış bir babanın oğlu olan Ravett, belgeselinde arşiv görüntülerine yer verse de, siyasi bir duruş sergilemiyor. Bunun nedeni de, ölmüş babasına yönelttiği ve sürekli yinelediği sorularına cevap alamamış olması aslında. Nobody’s Business’in aksine, Everything’s For You, bir araştırmaya dayanan ve yönetmenin babasıyla kamera karşısında hesaplaştığı bir film değil. Ravett’in cevap alamadığı sorularını tekrarladığı, ona anlatılmayanlar yüzünden içten içe kızgın olduğu; bir taraftan da, kendi yaşantısında babasını bulduğu, yokluğuna rağmen etkisini hissettiği / hissettirdiği bir film Everything’s For You.
    Birinci şahıs belgesellerinin ilginç örneklerinden biri olan Everything’s For You, farklı bir seyir deneyimi vaat etmekte. Hatırlayarak (ya da hatırlayamayarak) babasını anan bir oğulun düşüncelerini somutlaştırıp perdeye yansıtan film, türünün gücüyle, kendisinden bahsederken, bu bahsetme şeklini de perdeye yansıtarak, sizi, bu sefer kendiniz, kendi anılarınız hakkında düşünmeye itiyor.

22 Ağustos 2013 Perşembe

Eski Posterler: Exotica




Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Arman Egoyan’ın birçok filminde beraber çalıştığı oyuncalara rol verdiği Exotica, cinselliğin görselliğini hüzün yaratmak için kullanan bir film. Özellikle striptiz kulubunun içindeyken, sanki zamandan bağımsız ilerliyormuş, bize sadece parçaları gösteriyormuş izlenimi veren filmin, olayları birbiri ardına değil de, kastederek veya sonradan kurduğu bağlantılarla anlatması da yarattığı atmosfere bir katkı ve izleyicinin karakterlere odaklanması için de bir yol. Hikayenin sonunda, kurduğumuz bağlantılar, aldığımız cevaplar ise, yeterli veya yetersiz değil, yapbozun bir parçası sadece...

Exotica’nın müziğinden ve egzotik bitkiler arasında dolaşan görüntülerin eşlik ettiği açılışından sonra, duyduğunuz ilk cümle “Kendine sormalısın; bu insanı, bu noktaya ne getirdi?”. Bu cümle, filmin seyircisine sunduğu ilk harita aynı zamanda. Uzun süre, hüznünün, kıskançlığının ya da kızgınlığının nedenini tam olarak anlayamadığımız insanların hikayesini sunuyor bize film. İzlediğimiz kişinin, neden burada olduğunu ve neden böyle yaptığını sorgulatıyor bize. Ancak merak etsek de, rahatsız olmuyoruz yavaş yavaş çözülen bu bilinmezlikten. Duyduğumuz ikinci cümle (ya da soru) “Onu buraya getiren ne var yüzünde, hareketlerinde?” Bu da Exotica’nın uyandırdığı hissin bir özeti aslında. Nedenini bilmesek hatta bazı soruların cevaplarını hiç öğrenemesek de, insana odaklanıyoruz, o andaki duygularına, düşündüklerine; zaman zaman, o anın hatırlattığı, bizim de izlediğimiz anılara; o anıların yarattığı duyguya. “Kendini, bu insanın gizlediği ve senin de bulman gereken bir şey olduğuna inandırmalısın.”
Exotica’nın insanlarının hepsinin de sakladığı bir şey var gerçekten de, hepsi bir şekilde yaralı. Hepsi bir şekilde, bir umut bir şeye sarılıyorlar; ve hepsinin arkasında bir hikaye var. Bir taraftan hepsinin bir çıkış yolu araması izlediğimiz; film boyunca süren, çalılıklar arasında yapılan bir arama. Birbirleriyle bağları ortaya çıktıkça ise, kimisinin aradığı şey diğerinin laneti, mücadelelerin çakışması oluyor. Ve çalılıklarda bulunan şey de, birisi için unutamadığı başlangıçken, birisinin acı sonu.
Bir striptiz kulubu olan ve filme de adını veren Exotica, karakterlerin cinsellikte somutlaştırdıkları acı ve kızgınlıklarını yaşadıkları ortak buluşma alanı. Aynı zamanda filmin unutulmaz sahnelerinden olan, Christina’nın (Mia Kirshner) Leonard Cohen’in Everybody Knows’u eşliğinde dansı da bu mekanda vuku bulmakta. Bir taraftan Exotica, izlediğimiz karakterlerin egzotikliğini de anlatmakta. Hepsinin de ardında deşebileceğimiz hikayeleri olan bu insanlar, karşımıza ya Exotica’da ya da yine egzotik kuşların sergilendiği bir ‘petshopta’ çıkıyorlar. Arman Egoyan ise bize, ne çok dışardan, adeta ‘değişik’ insanlar sergisi gibi izleyebileceğimiz bir ortam ne de hikayelerin içine girip  karakterlere yakınlaşabileceğimiz bir kurgu sunmuyor. Yine de, izlediklerimiz, hissedilenler ve duygular o kadar kuvvetli ki, merak ettiklerimize rağmen rahatsız değiliz gördüklerimizden ve devam eden hikayeden. Belki de sadece bize gösterilenler yeterli bu insanları ne buraya getirdi sorusunu cevaplamamız için, boşluklar önemsiz.


19 Ağustos 2013 Pazartesi

Where The Wild Things Are


**Scroll down for English**


Ben daha küçücüğüm, bilir miyim yakınlığın zaman zaman acıttığını?
Ben daha küçücüğüm, ve yaşımdan bahsetmiyorum.
Nereden bilirim herkesi mutlu edemeyeceğimi?

Ben daha küçücüğüm, tüylü ve sıcak ve insan kokan ve terli olsa da, bir yığının ortasında yatmak isterim. Sıcaklıktan alırım nefesimi, yakınlıktan ısınırım.

Herkes sevemez mi beni? Ve herkes sevemez mi birbirini?
Ve kimse gitmese olmaz mı, kimse büyümese, kimse bizim yığınımız dışında konuşulanları merak etmese?

İsterseniz bir yığın içinde uyuruz yumak olup, isterseniz size narin ve güçlü bir kale inşa ederim: Sonra sonsuza kadar kendi gürültümüzü severiz, kendi gürültümüz yeter bize.
Gerçeğimiz masalımız olur.

Ben daha küçücüğüm, ne okumayı bilirim, ne dinlemeyi ne de konuşmayı. Ben bizi bilirim, seni, beni, bizi. Anlatmasanız olmaz mı bana, aile ne demek, arkadaşlık ne demek ve kardeşlik ve sevgililik? Anlatmasanız da, gelseniz oynasak? Nasıl olsa bir yığın da yaparım size, bir kale de inşa ederim. Sığarız her şekilde, hepsine, beraber olduğumuz sürece.

Ben daha küçücüğüm, olmaz mı kimse gitmese?



I am so little, so small in this world.
Yet the world is mine, 
And so it is to share.
Can't you not go? I got place for us:
So small I am and so big the world I have.

I live in this pile, a pile of human-breath. That's what I live on, what I feed on, and so on.
So can't you not go? I got love in this pile, a love to share and to live on.
Can't you not grow up? And please, please can't you not tell me how the world is, what does it mean to be family, to be friends and so on?

Can't you just not tell, and come and play with me?

Come and play with me, it's so much more fun.



29 Temmuz 2013 Pazartesi

Birkaç Soderbergh Filmi

Tesadüf eseri - bahanesiz - bu hafta izlenen üç adet Steven Soderbergh filmi hakkında birkaç cümle:

Salgın (Contagion, 2011)

Alışılmış ‘kalabalık oyuncu kadrosu’ tanımlamasına teknik olarak ait olsa da, afişindeki isimlerin hiçbirine yeteri kadar ilgi göstermediğinden olacak, bu tanımlamaya rağmen göz yormayan bir film Contagion. Filmin tek bir başrolü -teması, derdi ya da motifi değil, alenen ‘başrolü- var, o da söz konusu bulaşıcı virüsün ta kendisi. Öyle ki, film boyunca kamera adeta aklında tek bir şey – virüsün hikayesini anlatma derdi – varmışcasına, ve başka hiçbir şey önemli değilmişcesine, oradan oraya geziyor, karakterleri kısa kısa gözlemleyip bize sadece gerekli şeyleri aktarıyor.

Hiçbir karakterine dört elle sarılmayan (göz kırpmadan öldürülmelerinden bahsetmiyorum, genel geçer anlatılmalarından bahsediyorum) film, aynı zincirin halkalarını oluşturan küçük hikayeleri, hikaye bile denmeyecek bir sahiplenmeden uzak olma haliyle ve başrolün ağırlığına saygılı bir şekilde, onun hikayesini anlatmak için kullanıyor. Bu da seyirciye, ünlü oyuncuların varlıklarına değil ama etraflarını saran virüs gerçeğine ve dolayısıyla da filmin göze batan ama görevini iyi yapan müzikleri ile de altını çizdiği gerilimine odaklanma olanağı sağlıyor. Ve yine bu sayede, başını sonunu, soruların cevabını merak etmeyi bırakıp, oldukça ‘pasif’ bir şekilde seyreyliyoruz olanları, dakika dakika, an an ve sakin bir gerilim içinde.






Magic Mike (2012)

Magic Mike oldukça düz, düz olmasından daha önemlisi ‘basit’, anlaması kolay, derdi belli, derli toplu bir hikaye anlatıyor bize. Eğer tek bir başarısı varsa, o da  hikayesinin derdine de paralel bir şekilde, anlattığı şov dünyasını allayıp pullamadan, adeta bir müzik videosu izliyormuşuz hissi yaratmadan anlatması. Filmin pazarlamasında büyük yeri olan erkek striptizi teması, bu pazarlama taktiğinin yarattığı beklentiyi boşa çıkarıyor ve film bize önce, çoğunlukla mekanın sahneye en uzak yerinden izlediğimiz bir ‘renkli rüyalar’ dünyası, daha sonra da “gençken serserilik, gez toz, çılgınlık iyi de, insan durmayı bilmeli, herkes gibi, güvenceli bir yol çizmeli kendine” ana fikri sunuyor.

İnsan düşünmeden edemiyor, eğer filmin Mike karakterinden bir aziz yaratma derdi olmasaydı, daha iyi bir hikaye sunar mıydı bize?



Acı Reçete (Side Effects, 2013)

Side Effects’in yaprak yaprak açılan bir hikayesi var: Her seferinde – üç beş sahnede - bir çizgiyi daha geçiyorsunuz. Hikaye hakkında öğrendiğiniz yeni şeyler, aslında anlatılan hikayenin kendisinin de sandığınızda farklı olduğunu anlatıyor: iki kişinin ilişkisiyken ilk halka, üçüncü bir kişinin ilişkiye profesyonel bakışının hikayesine, bir psikolog-hasta hikayesine dönüyor, son halkayı ise süprizlerin gösterdiği suç hikayesi oluşturuyor.


İzleme keyfini arttıran bu deneyim, filmik öğelerin seçimi ile de desteklenmekte. Örneğin ilk sahnelerdeki yakın çekimler, bizde sadece gerçek anlamıyla değil, metaforik anlamıyla da birkaç adım geri çekilip büyük resmi görme, görebilme isteğini uyandırıyor. Bu yakın çekimler daha sonra yerini üstten ve alttan çekim yapan kameraya bırakıyor ve böylece görüntüler bize ‘gözlerin Dr. ‘un üzerinde olduğunu’ anlatıyor. Filmin üçüncü ve son kısmı (yaklaşık olarak son 25 dakikası) ise daha geniş, tabir-i caizse rahat çekimlerle hikayeyi toparlıyor ve bitiriyor; filmin son dakikasında da Emily koca bir şehirdeki koca bir binada, küçük bir kız olarak kalıyor.


18 Mart 2013 Pazartesi

Eski Posterler / Old Posters

Bu hafta arşivden çıkarılıp (bazıları ikinci kez) izlenecek filmler:

This week's films that I will remove the dust of:


Susuz Yaz (Metin Erksan, 1964) çünkü Trivia Pursuit on kaplan gücündeki cahilliğimi ortaya çıkarmışken, tek bilebildiğim soru sinema hakkındaydı ve cevap Susuz Yaz'ın yönetmeni, Metin Erksan'dı.

Dry Summer (Susuz Yaz, Metin Erksan, 1964) because I am always a disgrace for my team members when I play Trivia Pursuit but this time, the only question that only I knew was about Dry Summer's director.



Psycho (Alfred Hitchcock, 1960) çünkü yazmak için değil, keyif için (de) izlenecekler listemdeki Hitchcock (Sacha Gervasi, 2012) çok yakında gösterime girecek; ve Hitchcock'un, dönemin sinemasında bir sansasyon yaratan Psycho'yu çekme hikayesini anlatacak.

Psycho (Alfred Hitchcock, 1960) because Hitchcock (Sacha Gervasi, 2012) -a film that I want to watch not only to write about but also for pleasure- is about to be in cinemas, to tell the story of legendary Hitchcock, filming the legendary Psycho.



Before Sunrise (Richard Linklater, 1995) çünkü İstanbul Film Festivali'nin ek seanslı filmlerinden biri ve serisinin üçüncü filmi olan Before Midnight (Richard Linklater, 2013) festivalin en keyifli deneyimlerinden biri olacak: 'Bizim dönemin' aşk hikayesi, en güzel 'konuşmalı film', kalbimizde yeri olan hikaye.

Before Sunrise (Richard Linklater, 1995) because one of İstanbul Film Festival's 'sold-out's is Before Midnight (Richard Linklater, 2013), the last film of the trilogy: the love story of our generation, one of the best talkies and a story that lives in our hearts.



Bananas (Woody Allen, 1971) çünkü aslında Woody Allen için bahanelere ihtiyaç yok ancak Bananas, gözümden kaçan bir Woody Allen filmi. Woody Allen: A Documentary  sayesinde varlığından haberdar olduğum Allen'ın üçüncü uzun metrajı, birden çok skecin bir araya getirilmesi gibi duran ve Allen'ın son dönemlerinde asıl hikaye yapmaktan çok, filmlerinin genel tavrında gösterir olduğu ilk dönem absürtlüğüne fazlasıyla sahip bir film.

Normally I would not need an excuse for Woody Allen but Bananas (Woody Allen, 1971) is one of the few that I haven't seen yet. I found out remembered about Bananas (Woody Allen's third feature film) thanks to Woody Allen: A Documentary . It looks like a story told by a series of skits, all of which are full of Allen's early absurdism, the absurdism that he later uses not as the story itself but as a way of telling his stories.



Dr. Strangelove Or: How I Learned To Stop Worrying And Love The Bomb (Stanley Kubrick, 1964) çünkü bu film izlemeye doyum olmayan, fazlasıyla zeki bir satir ve Hasan Cömert, twitter'da, böyle bir belgeselin varlığından bahsetti: Inside Dr. Strangelove. (Ben de re-tweet ettim)

Dr. Strangelove Or: How I Learned To Stop Worrying And Love The Bomb (Stanley Kubrick, 1964) because it is an extremely intelligent satire and "one of the best," and also because Hasan Cömerttweeted about this sweet documentary: Inside Dr. Strangelove. (And I re-tweeted it)


17 Aralık 2012 Pazartesi

A Never Ending Love / Bitmeyen Aşkım : Woody Allen

Woody Allen, birçok kişinin olduğu gibi benim de "en"im. Sebebini sorarlarsa, "zeka" derim, "sorunlu ama kesinlikle zeki ahlak anlayışı," "kendine haslığı," ve beni kesinlikle bıktırmadan, hala hayran bırakan "aynılığı" diye de eklerim.
Ve geçenlerde de sordular, "en" sevdiğin Woody Allen'lar hangileri peki diye:

As it is for many, Woody Allen is "the" director for me as well. If I am asked why, I probably answer with "intelligence," with "crooked but always witty sense of morality," with "individuality, uniqueness" and of course with "the non-weary, admirable alikeness."
And lately, I was asked what are "the" films of Woody Allen, according to me: 


Annie Hall (1977)

Birçok kişinin sadece en sevdiği Woody Allen değil, en sevdiği film de aynı zamanda. Bana birkaç sene önce, çok sevdiğim biri hangi filmi sen çekmiş olmak isterdin dediğinde birçok kabul görmüş sanat filmi sıralamış sonra da "Dur, vazgeçtim, boşver hepsini. Ben Annie Hall'u çekmiş olmak isterdim" demiştim.
Annie Hallu'u yaratmış istemiş olmamın sebebi ve aynı zamanda filmi de bu kadar popüler yapan şey, benim için en azından, kişiselliği. Woody Allen zaten her filminde, o sene aklından geçenleri, aşk, arkadaşlık ve ilişkiler hakkında fikirlerini anlatıyor. Annie Hall da şüphesiz aynı düşünce akışının somutlaştırılması. Ancak Annie Hall, belki de bir çok Allen filminin aksine, daha başı sonu belli, daha bizim de başımızdan geçmiş bir hikaye anlatıyor. Uzun bir zaman dilimine yayılan, başarısızlıklarla ve büyümelerle dolu bir ilişki Annie Hall'la kurulan ilişki. İzlerken kendini ilişkinin iki tarafında da görmek mümkün, iki tarafın başarısızlıklarını da üzerine alınmak, büyümeleri övmek, uzaklaşmalara üzülmek. Bu yüzden de, Annie Hall belki de en 'seyirciye yakın' filmi Woody Allen'ın.
Hikayesinin yanında, bir de müthiş dördüncü duvar yıkmalarına, film oyunlarına, zamansız anlatımlara ve elbette ki harika bir kimyaya sahip oyunculara sahip Annie Hall. Sonuçta da, şahsımın sayısız kere izlediği, ve hala sıkılmadığı, nadir filmlerden biri.


Some time ago, I was asked by someone about the film that I wish I had made. My first answer was a long list of well-appreciated art house films. But then, I remember saying "No, forget all. I wish I had made Annie Hall!"
For many, Annie Hall is not only "the favourite Woody Allen" but also "the favourite, in general." 
The reason of Annie Hall being my last answer to that question, and also it being many people's favourite, is related to its intimateness. It is well-known that Woody Allen things about 'stuff' - men, women, love, friendship, relationships, sex - and every year, makes a film out of those. Beyond doubt, Annie Hall is the concrete version of the same movement of thought. Yet at the same time, it tells a more familiar, perhaps more realistic, or more widely-known story, compared to other films of Allen.
The relationship with Annie Hall, which is a lasting one, is full of failures and growing-ups. It is possible identify with both parties; it is possible to take the failures personal, to praise the growing-ups and to be saddened by the (several) separations. Perhaps mostly because of these easy identifications, it is the most connected-to-the-viewer film of Allen. Or perhaps it is that to me!
And lastly, apart from its story, the film is full of smart 'breaking of the fourth wall's and of tricks that are specific to the medium of film. And it presents a fun-to-watch time warps with so-fun-to-watch characters.
And in the end, it is one of those very rare films that I can watch several films, enjoying the every time.




Hannah and Her Sisters (1986)

Bir övgü olarak "tam bir Woody Allen" diye tanımladığım filmler var. Hannah and Her Sisters da onlardan biri.
Her şeyden önce, bol diyaloglu (o yüzden de oldukça gerçekçi) ve gürültülü gibi gözüküp aslında düz bir çizgi üzerinde ilerleyen ve karakterlerini katman katman tanıtan anlatımıyla, daha ilk beş dakikasında çok başarılı bir yönetmenlik örneği sergileyen bir film Hannah and Her Sisters. Hikaye genç ve güzel, maddi durumu yerinde üç kardeş ve onların eşleri, sevgilileri, eski eşleri ve eski sevgilileri arasında geçmekte ve içinde bir sürü Woody Allen teması barındırmakta: resimden, mimariden, şiirden hoşlanan burjuva sınıfı, göreceli bir şekilde sorunlu olan, ancak herkesin normalleştirir bir şekilde kabul ettiği bir ahlak anlayışı, hastalık hastası bir Woody Allen, sanat eserlerine gönderme, birbirleri içine geçen hikayeler, eşlerinden başkasına aşık olan insanlar, aldatmalar, sorunlu çocukluklar ve bir dolu zeki diyalog.
Birbirine benzer sahnelerle, çok güzel başlayıp şahane biten ve keyifle izlememek için neden bulması zor filmlerden Hannah and Her Sisters; kesinlikle en favorilerimden biri.


Some films are extremely Woody Allen (which is a huge praise) and Hannah and Her Sisters is certainly one of them.
Above all, it is an example of admirable directing: It develops with crowded (and so realistic) dialogues yet it moves through a certain and straight line. Also, it beautifully introduces its characters layer by layer and tells its story with these very layers. The story revolves around three young, beautiful and financially safe sisters, their husbands and lovers and finally their ex-husbands and ex-lovers and it contains many Woody Allen elements: the bourgeoisie that adores paintings, opera, architecture and poetry, the crooked yet-somehow-accepted-as-normal understanding of morality, a hypochondriac Woody Allen, references to many classic artist, switching lovers as well as husbands, cheatings, break-ups and make-ups, problematic childhoods and finally plenty of witty dialogue.
Hannah and Her Sisters starts with a beautiful beginning and ends with a wonderful ending, which are smartly and humorously similar. It is one of those films that I find it hard to find a reason not to like and not to have a very fun watching experience.



Deconstructing Harry (1997)

Deconstructing Harry, bir Woody Allen filmi olması dışında öznel anlatım ve bilinç akışının, hayalin ya da yaratıcılığın görselleştirilmesi tekniklerini kullanması ve en önemlisi bu tekniklerin (master tezimde iddia ettiğim gibi doğal bir) sonucu olan güvensizlik duygusunu hikayesinin konusu olarak sunması ile kişisel favorilerim arasında.
Şöyle ki film, adını anlamlı kılar bir şekilde hikayesinin katmanlarının sınırlarını teker teker çizerek ilerliyor: En başta izlediğimiz kısa hikayenin Harry'nin kitabı olduğunu anlıyoruz önce, hemen ardından da gerçek olaylara dayandığını; Daha sonra izlediğimiz ve başka bir hikayenin anlatımının görselleştirilmesi ile birleşen sahnenin ise bütünüyle Harry'nin psikologuna anlattıklarının görselleştirilmesi olduğu anlaşılıyor. Film sonuna kadar bu şekilde, benzeri görselleştirmeler ile devam etmekle kalmıyor, tüm hikayeler ya Harry'nin hayalürününün eseri ya da gerçek hayatta da terk edemediği 'kendi bakış açısı' ile ilgili bir şeyler anlatıyor. Ve elbette, karmaşık ve başarısız ilişkiler ile dolu bu hikayelerin hepsinde bir dolu Woody Allen aforizması ile karşı karşıyayız...


Deconstructing Harry, is not only very Woody Allen but it is also a very inspirational example of a film that uses subjective narration and visualization of creativity, thoughts and dreams. Perhaps more importantly, the film presents the unreliability, which is a part of the film watching experience and the natural result of the technique subjective narration in my master thesis, as an element in its story. Thereby, it is a personal favorite not only due to its Woody Allen-ness but also to its narration.
Making its title meaningful, Deconstructing Harry develops by making the borders of its different layers visible, one by one: First we realize that the first story we have been presented was from Harry's book, and then immediately it is revealed that it is also based on real events. The next scene, which is later combined with the visualization of another story turns out to be a visualization itself as Harry tells what has happened to his psychologist. The film continues to reveal short story like events only to be either Harry's creative imagination or to be about him not being able to abandon 'his point of view' in real life. And in the end, of course, it all comes down to Woody Allen statements about relationships, life, and death.



Manhattan (1979)

Zekasını takdir edip, güzelliğine hayran olup ama bir türlü anlaşamadığım, uzaktan sevdiğim bir film Manhattan. Sevgi hakkındaki karışık tanımlamalarından, ve beni bir şekilde rahatsız eden (ki Woody Allen hoşnutsuz olmazdı bundan), ana karakterin kafa karışıklığından basit bir aşk aforizmasına çok çabuk vardığı sonundan sebepli, aşkla sevemiyorum Manhattan'ı. 
Filmin, diğerleri gibi ısrarla akılda kalan sahneleri var, yukarıdaki afişi oluşturan Manhattan sokakarında sabahlama sahnesi bunlardan biri örneğin. En sorunsuzundan bir aşk hikayesi naifliğindeki bu sahne, filmin aşka karşı duruşunu da özetliyor aslında: güzel olduğu kadar geçici ve huzurlu olduğu kadar felaket habercisi. Belki de bu gerçekçiliği, aşkla sevdiremiyor bana filmi; müthiş güzellikte bir aşk huzursuzluğu zira anlattığı.


Manhattan is a film that I highly appreciate the intelligence of, that I admire the beauty of, yet a film that I cannot fall in love with. Perhaps the reason is its complicated love statements; or perhaps it is the ending, in which the main character jumps into the very conclusion -the last paragraph- of its love stories too quickly, while he is still confused about love (and life!). All I know is that this rapid conclusion is deliberate and that Woody Allen would appreciate this disliking of mine.
Like many other Woody Allen films, this film has several I-cannot-forget scenes, one being the Manhattan-streets-sunrise scene, used in the film poster above. This very scene, simply depicts a very simple falling-in-love moment, - a beautiful one for sure. And again, this very scene's specific depiction summarizes the film's stance on love: beautiful yet temporary, serene yet foreshadowing the coming griefs. Perhaps this realism prevents my falling in love: it is hard not to notice that Manhattan is a story of a beautiful unease of love.



Match Point (2005)

Diğerlerinin aksine, bu listede olup en az Woody Allen olan film Match Point, ve bu bir yergi değil.
Ayakları fazlasıyla yere basan, gerçekliği tartışılır, ama bu tartışılırlığı asıl derdini anlatmak için kullanan bir film bu. Yine Woody Allen aforizmalarından oluşuyor film, bu sefer oldukça açık bir şekilde, ve bu sefer aşk değil adalet hakkında. Karakterler siyah ve beyazlar, ya da grideler ve geçişleri anlatılıyor hikayede. Ancak en güzeli/değişiği/dikkat çekeni bir bilinmezlik ve bunun yarattığı gerilim hali. (Listedeki) diğer filmlerinde söylediklerini hali hazırda, derdi ya da açmazı belli karakterlerle anlatan Allen, bu sefer karakter gelişimini kullanarak anlatıyor derdini. İnsanın insanlığı, bu uğurda değişimi, yapabilecekleri ve sınırları da hikayenin hem konusu hem de Allen'ın aracı oluyor böylece.


Match Point is the only film in this list that is not-so-Woody Allen, and surprisingly this is not a complaint.
It is a (more) down-to-earth film. The level of reality is argumentative, yet this very argumentativeness is used as a mean to tell its story: "Things happen, unrealistically, usually to prove a point."
Match Point, like the others, has its own aphorisms; now about crime and punishment. The characters are either black or white, or they are in the grey zone and their movement (to the black) are the very story of the film. Respectively, the most beautiful part of the film is the very unpredictability of these movements, and the resulting tension. In his other films (that are on this list), Woody Allen tells what he wants to tell with already-created, definite characters. Yet in here, the very character developments tell what he wishes to tell. Thus, the human-nature, his capability of a person and his self drawn limits are not only the story itself, but also the tools of the story-telling.


*Deconstructing Harry görseli Olimpia Munoz'a ait.
  Deconstructing Harry movie poster is by Olimpia Munoz.

11 Aralık 2012 Salı

Billy Wilder Films or "Can you Love me?" / Billy Wilder filmleri ya da "Sevebilir misin beni?"


Geçtiğimiz haftabaşında (Amsterdam'da) her yer karla kaplı olduğundan, ben son zamanlarda evden pek çıkmaz olduğumdan, bir de bu duruma çok uyacak ve kendi zevklerime ihanet eder bir şekilde karamelize armut aromalı bir çay keşfedip, içmek için kendime bahaneler yarattığımdan olabilir, yeni takıntım Billy Wilder'ın siyah beyaz filmleri. Aslında Billy Wilder ile başlamadı hafta. Amacım uzun zamandır izlemek istediğim klasikleri elden geçirmekti ve ilk gözüme çarpan da Sunset Boulevard oldu. Fakat ondan sonra listeme devam edemedim, filmde Billy Wilder'ın daha sonra çekeceğe bir filme, The Apartment'a yaptığı göndermeyi öğrenip, bir sonraki gün de onu izledim. E yapacak bir şey yok, daha sonra da The Lost Weekend geldi...

Bu üç filmin de ortak teması, kendisini başarısız hisseden insan psikolojisi. Üç filmin de dahil olmadığı, ancak şiddetle göz kırptıkları Film Noir türünün etkisi, tutunmaya çalışan ancak hep yanlış dalları tutup bir de doğru ağaçta olduğunu iddia eden, ve karşısına hep görünmez eller tarafından koyulan engeller çıkan, başarısız karakterleri. Bu bağlamda bir Billy Wilder sineması özelliğinden de, dönemin politik okumasından da bahsedilebilir...

Benim neyi sevdim diye not aldığım nokta ise bambaşka: Üç filmde de tahmin edilebilirlik oldukça düşük. Süprizlerden bahsetmiyorum. Yokluğuna sevindiğim şey günümüz Hollywood sinemasının başı sonu belli filmlere imza atma durumu. Örneğin The Apartment, izlediğim en naif aşk hikayelerinden birini anlatıyor. Ancak bunu kavuşmalarsız, catharsis'siz yapıyor. Aynı hayat gibi, bazen olmayınca olmuyor ve karakterler gelişmiyor, anlamıyor, ya da görmüyorlar. Ya da The Lost Weekend'de saklanan obje, hikayenin en tepe noktasında bulunmuyor, ve bulununca da artık önemi kalmamış oluyor.

İçime sinmeyen tek şey, The Apartment'ın son 5 dakikasının, üst paragrafımı yalancı çıkarır biçimde toparlayıcı, temiz olması. Ancak karakterlerin doğallığı sebebiyle affedebiliriz onları, belki? Sunset Boulevard'ın son beş dakikasının ise sonradan bir klişe haline geldiğini düşünebiliriz. Hoş bir şey düşünmeye gerek yok, oyunculuğun yerinde abartılığı, hikayenin sonunun belli olması (yine de hala bir inanılmazlık hissi vermesi) ve bir de kamera ışıklarının hüznü, yeterli bize. Son olarak The Lost Weekend'de ise, başka türlü bitemezdi film, yoksa bitmeyecekti hiç bu haftasonu...



Maybe because last week was all snowy in Amsterdam, maybe because lately I haven't been leaving the house much, or maybe I discovered a new kind of tea (even though I do not drink tea!), my new obsession is Billy Wilder's black&white films. In fact, the week has not started with Billy Wilder. The initial goal was to cross some classic films from my "to watch" list. I started with Sunset BoulevardThen The Apartment, a film referenced in the former, followed. And now, it was too late to go back so I continued with another Billy Wilder film: The Lost Weekend...

All three films, have a character in common, who feels to be a failure. In that sense, all three have a characteristic of film noir, even though none of them is a proper film noir example, which is the main character, numbed by failure, trying uselessly, looking for a way out it the wrong places, forcing the wrong doors. Thus, it is not only possible to talk about a common theme in Billy Wilder films, but it is also possible to see the social and political references to the film's actual time-period.

However, I took a different note to my notebook. And that is the common unpredictability of all three. No, I am not talking about twists. What I admired was what the contemporary Hollywood cinema lacked as its stories are calculable, expected and foreseen. For instance, The Apartment tells one of most naive love stories ever, and it does this by replacing the expectation of catharsis with the acceptance of the non-realization of the dreams. The film is still a (Hollywood) film: it is still more beautiful, more coincidental and more neat than life. Yet, the life and film has something (sorrowful and beautiful) in common: sometimes it just does not happen... It is almost the same in The Lost Weekend, as the hidden object, the object that the character searches to the death, is not to resolve everything when it is found, it may even be never found, or better, it may have already lost its importance when found...

The only thing, that perhaps I am not comfortable with, is the ending(s). Firstly, the last 5 minutes of The Apartment is too perfect, too neat for my previous paragraph. Yet, I may forgive them and I may get blinded by the natural acting of the actors. In the last five minutes of Sunset Boulevard, I am definitely blind since the acting is perfectly exaggerated, since the idea is still new at the film's time and since the camera light are noticeably wistful. And lastly, The Lost Weekend's last five minutes had be to that day, there were no other chance because otherwise it was impossible for the weekend to end.




Sevebilir misin beni? Yüzüm eskidi, çizgilerini tüm aynalarım, ne kadar tozlu bıraksam da onları, inatla gösteriyorlar. Sesimi dinlemek istemiyor artık kimse. Rüyalarımda hep sırtlar görüyorum, yüzler yok, hep sırtlar dönük bana. Yine de sen, sevebilir misin beni?
Ben çok güzelim çünkü. Ölesiye güzelim! Unuttun sen de sadece, bildiğini bile bilmiyordun ama unuttun işte. Rengim rengine yakışıyor, ikimiziz diye değil ama, ben çok güzelim diye.
O yüzden sev beni, ben çok güzelim diye sev!
Gelir misin evime, girer misin kapımdan? Çünkü biliyorum, bir okusan yazdıklarımı, bir dinlesen sesimi, nasıl aşık olursun bana. Hem de nasıl!

Can you love me? My face is old, the lines are visible on the mirror, no matter how much dust they have on. Nobody wants to hear my voice. My nightmares are full of the back of suits, no faces, only men, not facing me. But still, can you love me?
I am, indeed, beautiful. I am beautiful to death!
You just forgot me. I know you didn't even know that you knew this, but somehow you forgot: I am, indeed, beautiful. My colors look good with your colors. Though, it is not because it is us. It is because I am, indeed, beautiful. So love me. Love me just because I am beautiful.
Would you come home, would you open my door? Because I know, I know that if you read what I have written, if you hear my voice, if you see my face; you will, indeed love me. Indeed!



Sevebilir misin beni? Dertlerime, sessizliklerime ve hep başka odalarda konuşuyor olmama rağmen?
Benim aklım başka yerde; hangi başlıkların altında ismim yazdığında, penceremin ve masamın büyüklüğünde. Herkesi görüyorum bu yüzden, her bir yüzü, her bir ismi biliyorum; ki onlar da beni görsünler, beni bilsinler. Bir tek seni unutuyorum, seni görmeyi unutuyorum sadece. Yine de, sevebilir misin beni? Başımı çevirirsin belki, başka yere baktığımda "burada" dersin, "huzurun orada değil, burada." Ama önce sevmen lazım beni.
Ben görmüyorum seni; yüzünü, doğruluklarını ve yanlışlarını, yanındakileri ve içindekileri görmüyorum. Sen, yine de, sevebilir misin beni?

Can you love me? Can you love me despite my troubles, my silence and my insistence on speaking in other rooms but this? My mind is on somewhere else: on the titles, on the papers, on how big my window is, how big my table is. This is why I can see everyone. This is why I know every face, every name. I know so that they know, they know my face, my name. Though, I can't see you. I keep forgetting to see you. But you, can you still love me? Perhaps you turn my head, and say "it is here, the peace is just here, don't look the wrong way." But first, you have to love me.
I can not see you. I can not see your face, your mistakes, your decisions, your cries. But you, can you still love me?



Sevebilir misin beni?
Seni unutuyorum ben hep, kimdin, niye tanışmıştık ve nasıl değiştirebilirdin beni. Unutuyorum çünkü, kendimi unutuyorum ben, zaman zaman. Bir hayalim vardı, hayalimde bir ben. Kayıp gitti elimden. Ondan sonrası hep düşüş. Ben alıştım bu düşüşün rüzgarına; seviyorum saçlarımın uçuşan halini, kollarımın çekilmesi de acıtmıyor artık (ya da o kadar acıyorlar ki, hissetmiyorum bile). Ben alıştım da, sen sevebilir misin beni?
Bu düşüşün sonu yok gibi, metrelere metreler ekleniyor her yanlış kararımda. Bu sonsuzlukta, sen yine de, sevebilir misin beni?

Can you love me? I forget you, all the time, every time. I still do not remember your name, who you were, why we met and how would you change me. I forget because from time to time, I forget myself.
I had a dream, a dream of myself. It fell, I could not hold it in my hands. I still do not know whom to blame for my stillness. I have been falling since, all the time, every time. Yet, I got used to the wind. I even like my hair in the wind and I do not feel the pain in my arms (perhaps because they got numb). Yes, I got used to it, but you, can you love me?
It feels like there is no end to this fall. Every decision of mine adds more miles to it. Yet, in this vicious eternity, you, can you still love me?

3 Aralık 2012 Pazartesi

Anything Else




Woody Allen hayranlığımı saklamadığım bir gerçek. Ancak buna rağmen hala izlememiş olduğum birkaç filmi mevcut. Kenarda köşede kalmışlığını, çok da iyi olmamasına verip, beklentimi izlemeden önce düşürdüğüm bir film de Anything Else idi. Belki de bu sebeple, sonunda, oldukça beğendiğim bir film oldu.
Olacakları, biraz dikkatli bakarsanız ve azıcık da olsa aşina iseniz Woody Allen'a, kolayca tahmin edebileceğiniz bir film Anything Else. Kötü kadın oldukça kötü bu filmde, absürtlüğe kaçan istekleri, bahaneleri ve açıklamaları var; ki hepsi Woody Allen'ın kafasından çıkan ilişki üzerine abartılı aforizmalar aslında. Ve fakat bu kötü kadın karakteri o kadar aşırı, ve sonuç olarak karikatürize ki, izlerken ona kızmayı bırakıp sevgilisinin körlüğüne acımaya hatta sinirlenmeye başlıyorsunuz. Ve yine Woody Allen'ı mutlu ediyorsunuz, zira bir tarafın pasifliği, kendini silikleştirmesi ve her bahanesini kadının seksiliği ile süslemesi de ayrı bir aforizma. Son olarak, unutmadan, Jason Biggs'in beni, ve muhtemelen popüleritesini nasıl kazandığını bilen birçoklarını da, şaşırtan iyi oyunculuğunun hakkını da vermek lazım elbette bu aforizmanın somutlaşmasında.

Associating its unpopularity with its potential ineffectiveness, I assumed Anything Else was below expectations, even before watching it. Yet, and perhaps just because, it became one of my liked (not most, but liked!) Woody Allen films.
If you look closely, and if you are familiar with Woody Allen - even just a little bit -, you can predict the every next scene in Anything Else. Yet, this certainly does not ruin the experience. On the contrary, simply this summarizes the pleasure I get from Woody Allen films: you expect this realistic craziness, and still enjoy it.
The femme fatale of the film, is drastically 'fatale' with her extreme and even absurd demands, excuses and explanations. And this craziness consist Woody Allen's aphorism about relationships. Also, the characterization of the femme fatale is so extreme that one gives up on hating her and replaces that resent with the pity and irritation towards his lover's blindness and surrender. Yet again, this does not make Woody Allen unhappy, as the male character's passiveness, his self-destruction, and him adding the woman's sexiness to every excuse of him are Allen's remaining aphorism about the very relationship.
Last but not least, I should not finish without adding the surprising success of Jason Biggs' acting and its contribution to Allen's characterizations.

18 Kasım 2012 Pazar

(Some of the / Bazı) Philip Seymour Hoffman Films / Filmleri



Paul Thomas Anderson (Boogie Nights, Magnolia, Punch Drunk Love, There Will Be Blood) ve örnek verdiğim bu filmlerin üçünde de beraber çalıştığı Philip Seymour Hoffman'ın varlıkları sebebiyle, The Master büyük beklentiyle, yakın zamanda izlemeyi planladığım filmlerden.
Philip Seymour Hoffman deyince, çok kritik bir sahnede, ağız dolusu bir sinirle bağıran bir karakter geliyor gözümün önüne. Zira Hoffman'ın canlandırdığı karakterler genellikle (duygusal olarak) sınırda gezinen karakterler. Hoffman'ın sadece vücudunu hafif titreterek, ellerini çok iyi kullanarak ve bakışlarıyla çok şey anlatarak duygu patlamalarını canlandırması değil, aynı zamanda her seferinde en aşırı noktadaki anlara sadelik/gerçeklik katarak karakterinin önüne geçmemesi de tüm filmlerindeki oyunculuğunun ortak noktası.
Hollywood'un hak edilmiş ünlerinden birine sahip ve üstelik korkusuz bir aktör Philip Seymour Hoffman. "En" listemde başlarda olan ve tezimde de incelediğim filmlerden biri olan Synecdoche, New York'daki Caden rolü kişisel favorim; Boogie Nights, Magnolia, 25th Hour, The Talented Mr. Ripley ise unutulmazlar...
The Master Türkiye'de 9 Kasım'da vizyona girdi, Hollanda'ya ise Ocak ayında geliyor. Bu bekleme süresi ise Philip Seymour Hoffman filmlerini tekrar gözden geçirip, izlemediklerimi aradan çıkarmamın sebebi.

When someone says Philip Seymour Hoffman, what I picture is a man, spitting and shouting, pointing his finger to someone else and explaining some crazy ideas, explaining his own misery or manifestos about (the misery of) life. 
The best of Hoffman's characters are either on the edge of nervous breakdowns or are extremely hurt in the past, and silently revealing their wounds. And, Hoffman, as an actor, is extremely memorable with bringing these characters to life, by adding the severity (and the resulting reality) to the most extreme moments.
Owning remarkable courage and a well deserved fame, Philip Seymour Hoffman is one of the names on my top list of actors. His role of Caden in Synecdoche, New York (the film that I have used in my Master Thesis and that is one of my all time favourites) is the most unforgettable one for me. The others are: Boogie Nights, Magnolia, 25th Hour or The Talented Mr. Ripley...
Thereby, not only due to the name of Philip Seymour Hoffman, but also of Paul Thomas Anderson (Boogie NightsMagnoliaPunch Drunk LoveThere Will Be Blood), The Master is a film of great expectations on my side. The Master is already in cinemas in Turkey (since November 9) and will not be here, in Netherlands, before January. Thus, while waiting, here is a chance to run over Hoffman's films, and watch the ones I never had a chance to.



Mary and Max (Adam Elliot, 2009)



Film oldukça zor bir çocukluk geçiren Mary ile ağır depresyon ve Asperger sendromu teşhisli, obez Max'in tesadüf eseri önce mektup arkadaşı, sonra da birbirlerinin tek arkadaşı olmalarını anlatıyor. Filmin bir anlatıcının toparlayıcılığında sunduğu, seneler boyunca iki taraflı gelip giden mektupların bir nevi görselleştirilmesi. Philip Seymour Hoffman, düzenli cümleleri ve sürekli duraklayarak kurduğu, duygusal yükselip alçalmalardan arınmış cümleleriyle Max'i seslendiriyor. Max öyle hüzünlü ve öyle sağlam bir karakter ki, onu izlerken Hoffman'ı gözünüzün önüne getirmenizin pek bir imkanı yok. Yani filmin seslendirme açısından iyi bir iş çıkardığı bir gerçek..
Fazlasıyla hüzünlü bir hikayeyi, oldukça şirin bir görsellikle sunan bir film Mary & Max. Sanki bir çocuk filmiymişcesine, çok ciddi bir hikayeyi bir çocuğun kafasında kuracağı görsellikte ama bir taraftan da sahip olduğu tüm ciddiyetle anlatıyor. Sevilmeyecek bir tarafı bulunamayan filmlerden, sevimli bir hüzün ile barışık olabilirseniz tabii...

Mary & Max tells the story of Mary, who goes through first a very difficult childhood, then an even more difficult puberty, and of Max, a middle aged obese man who is diagnosed with asperger's syndrome and severe depression. First, they become pen friends, and then each other's one and only friend through the years. And what the film depicts is the visualization of the letters that are sent back and forth for almost 30 years.
Max's characterization is extremely sad, unique and also very unforgettable and it is voiced by Philip Seymour Hoffman's neat yet interrupted sentences that lack any emotional ups and downs.
Mary & Max is a film that depicts an extremely sad story in a very cute visuality: As if it is a children movie, it presents itself as a child's innocent visualization of a very serious story. It is one of those films that you cannot find anything that is not to be liked. Yet this is of course true only if one can overcome the bittersweet sorrow.



Doubt (John Patrick Shanley, 2008)


Film hakkında söylenecek her şeyin ötesinde, Doubt bir oyunculuk gösterisi! Bir tiyatro oyunundan adapte olan basit ama ilgi çekici hikayesi, sınırlı sayıdaki mekan değişimi ve üç ana karakteri ile filmin tek amacının sahneyi Philip Seymour Hoffman'a, Amy Adams'a ve fazlasıyla Meryl Streep'e verip, geri çekilmek olduğu bile düşünülebilir.
Kurallara aşırı derecede bağlı, hatta bağnaz, disiplinli ve pek de sevimli olmayan Sister Aloysius, Katolik Okulu'nun müdüresi. Sister James, kurallara bağlı ancak dış dünyayaya daha açık, sevimli, sessiz, hayatında sakinlik isteyen, acemi ve her an incinmeye müsait rahibe, tarih öğretmeni. Father Flynn ise çocuklarla iyi anlaşan, fazlasıyla sevilen, reformist, kiliseyi dış dünyaya açmak isteyen, etkileyici bir peder. Filmin ismi ise, başlangıç olarak, Sister James'in bir gözlemine dayanıyor; basit bir ipucuyla yola çıkarak Father Flynn'ın öğrencilerden biriyle uygun olmayan bir ilişki içerisine girdiğinden şüphe duyuyor Sister James; daha sonra Sister Aloysius ise tüm kalbiyle inanıyor buna. Böylece Sister Aloysius tüm gücüyle savaşmaya başlıyor, doğru olanın yapılması için; Father Flynn inkar ediyor, çocukları koruduğunu söylüyor; Sister James ise karar veremiyor. Kimsenin bir kanıtı yok, sadece kelimeleri var, söyleyecek ve dinleyecek kelimeleri... Doubt da bu kelimeler etrafında gelişiyor. Film izlerken de, merak duygusu hiç eksilmiyor ancak filmden alınan zevk, tam da bu kelimelerin nasıl söylendiğinde, oyunculukta yatıyor.
Son olarak Doubt, benim şahsen çok sevdiğim bir şey yapıyor ve bolca sembol kullanıyor anlatımında. Çoğunu fazla aşikar bulmak mümkün. Ancak ne tam vaktinde esen şiddetli rüzgar, ne patlayıp duran ampüller, ne bir incilin içinde saklanan, bir dışına çıkan kurutulmuş çiçekler, ne uzun tırnaklar, ne de tükenmez kalemlerin hiçbiri, kesinlikle yersiz değil. Belki de din temasının bu kadar kuvvetli olduğu bir hikayede, semboller de, elbette, bu kadar aşikar olmalıdırlar. Öyle ki,  ve bu sembollerden birine dayanarak, hikayenin en büyük bilinmeyeni hakkında benim bir tahminim oluşuyor izlerken. Ancak kendime saklayacağım bu bilgiyi. Zira karakterler yeteri kadar konuşuyorlar filmde, ve onları izlemek, fazlasıyla keyifli.

Above all, Doubt is an acting spectacle. With limited location, simple (yet intriguing) story and few main characters, it is even possible to think that the whole purpose of the film-making was to give the scene to Philip Seymour Hoffman, Amy Adams and one-and-only Meryl Streep, to their faces, gestures and voices.
Streep plays Sister Aloysius, the strict and highly conservative principle of the Attached School, and Adams plays Sister James, the young, loving, and inexperienced nun. Hoffman is Father Flynn, modernist, fun and loved by the children. The title of the film refers to Sister Aloysius' questioning, induced by Sister James' naive observations, about Father Flynn being incongruously close to one of the students. Sister Aloysius fights against Father Flynn, Father Flynn refuses, Sister James doubts and nobody knows what really happened; they only have words, each others' words. Doubt develops around these words, and the curiosity never leaves but the pleasure of the film-watching-experience is based mostly on how these words are spoken: the acting.
Doubt sets an example for one more thing, something that I personally love to see in a film; symbols. It is possible to say that Doubt's symbols are even too obvious, yet I wouldn't say that the strong wind, blowing out bulbs, dried flowers - inside and on the bible -, long nails or ball-pen are dispensable. It is so that, I have a guess about the doubted fact of the story, solely based on one of those symbols; but I will keep it to myself, the talking is admissibly, and beautifully done by the characters anyways... 


Before the Devil Knows You're Dead (Sidney Lumet, 2007)



Filmin konusunu devamlı ortaya çıkan kucuk suprizlerini ele vermeden anlatmam oldukca zor. Ozetin ozeti haliyle, biri ayrildigi esiyle beraber yasayan kızını mutlu etmek ve nafakasini odemek zorunda olan, digeri ise karisi ile iliskisini duzeltmek icin Brezilya'ya tasinmak isteyen iki erkek kardes bir kuyumcuyu soymaya karar veriyorlar, fakat fazlasiyla beklenmedik olaylarin butun planlarini bozmasini engelleyemiyorlar. Bu haliyle bir suc filmi gibi duran Before the Devil Knows You're Dead, ilk suprizini filmin ortalarina dogru bir aile drami haline gelerek yapiyor. Aslina bakarsaniz, anlatilan da, birbirlerinin hayatlarini etkilemek zorunda kalmis ve her bireyi baska bir kuyunun dibinde olan bir ailenin drami.
Filmin yine ortalarina dogru anlasildigi haliyle, tesadufleri ve de karakterlerin alisilmisin disindaki hayati kararlari ile oldukca ekstrem bir hikaye var karsimizda. Ancak bu ekstremligi daha da etkileyici yapar bir sekilde, tum oyunculuklar ve de anlatim oldukca sade. Bu manada Philip Seymour Hoffman'in da oyunculuk basarisinin en buyuk etmenlerini bu filmde gormek mumkun. Canlandirdigi, ailenin en buyuk cocugu karakteri, bol sinirli, bol acili ve de oldukca farkli katmanlara sahip bir karakter, Ancak karakterin butun yuksek volumlu duygu patlamalarini oldukca sade bir oyunculukla canlandiriyor Hoffman.
Filmde, ahlaki acidan yanlis olan her kararin, bir sebebi, bir alt katmani, hatta cogu zaman suclanacak baska bir kisisi var. Ancak biraz kazdiginizda, ya da filmin sizi goturdugu gecmisi/gizli parcayi izlediginizde, tum felaketlerin donup dolasip kisinin kendisinden kaynaklandiginizi goruyorsunuz.  Boylece, her seferinde karsiniza ahlaki bir bilmece çıkarmış oluyor film.
Fakat, bütün bunların yanında, bir de karsinizda fazlasiyla huzunlu bir hikaye var. Ve bu hikaye o kadar aci ki, kendinizi disariya koyup, 'her şeyin sorumlusu olan' kişiyi arayamıyor, sucu herhangi birinde bulamıyr; aksine, butun bu birbiri icine gecmislik icinde, sucu hayatta bulup, 'hayat ne kadar acimasiz' demekten kendinizi alamiyorsunuz...

It is extremely hard to tell the story of the film, without spoiling its little, yet very important surprises. The summary of the summary is the two brothers deciding to rob a jewelry store, one to be able to pay the alimony, and the other to move to Brazil and relatedly to make his wife happy. Throughout the story, many unexpected things happen, yet perhaps the film's biggest surprise is it shifting from being a crime-movie to a family drama. In fact, it is revealed later that the whole story is about an extended family, of which the every member is in a different hole.
As we gradually understand, the depicted story is a very unusual one with its coincidences, and with its characters' life decisions that are on the very extreme. And the strongest side of Happiness is its choice of telling its peculiar story in a very modest way and with unpretentious acting. And this is exactly, Philip Seymour Hoffman shows his talent. His character, the oldest son, is wounded yet aggressive and holds many secrets. What makes him realistic, on the other hand, is Hoffman's way of acting: the non-dramatized explosions.
Before the Devil Knows You're Dead, reveals all of its surprises either with its flashbacks or with the depiction of previously hidden connections. And if you ask me, its beauty lies exactly in here: First, all the revelations hint that every morally-wrong-decision has a justifiable motive, every aggressiveness goes back to a trauma  and every crime has somebody else to blame for. But just when, you begin to blame something/somebody else for every mistake, the revelations go even deeper and now you come to understand that no matter what happens, the decision belongs to the decision-maker, and it is the person to blame for his choices. Thereby, the film continuously presents hard-to-solve morality puzzles.
Lastly, I believe it is possible to say that the story's sorrow is the film's own answer to the mentioned puzzles. What is told is so sad that, in the end, you give up on finding the person to blame and begin blaming the world, the life, the fate...


Happiness (Todd Solondz, 1998)


Rahatsız edici olmaktan oldukça uzak ve sıradan bir görsellikle, sorunsuz gözüküp, altında ciddi hastalıklar barındıran hayatları / karakterleri anlatan bir film Happiness. Bir şekilde birbirine bağlı bir grup insan var karşımızda: bir kaybeden olan Joy, onun kendini mutlu olduğuna inandırmak için çaba harcayan ablası Trish, Trish'in gizli pedofil, psikolog kocası Bill, Joy ve Trish'in kendinden nefret eden (ve aslında kendine aşık olan) ve tüm dünyanın ilgisinden sıkılmış ünlü bir yazar olan kardeşleri Helen, Helen'e aşık, telefon sapığı Allen. Ve diğerleri..
Philip Seymour Hoffman, hikayenin yan karakterlerinden Allen'ı, başarılı bir tiksindiricilikle canlandırıyor. Filmin başlangıcını oluşturan ve bir kara komedi harikası olan ayrılık sahnesinden hemen sonra, hikaye Allen'ın psikologu Bill'e, Helen ile ilgili sapkın fantazilerini anlatması ve anlattıklarını ne kadar sıkıcı ve sevilmez olduğunu bildiğini söyleyerek bitirmesi ile başlıyor. Allen karakteri hakkındaki bu ilk fikrimiz, film boyunca da değişmiyor. Allen'a tek bir sahnede bile sevgi duymak mümkün değil. Fakat diğer karakterlerin 'suçları' ile karşılaştırıldığında Allen fazlasıyla masum; ancak yine de fazlasıyla itici...
Adıyla bariz bir tezat oluşturacak şekilde, mutluluğu bulamayan, ancak bu boşluğu tartışmasız 'sapık' bir şekilde adlandırılacak hareketlerle kapatan karakterler var karşımızda. İşler iyice rahatsızlık verici hale gelmeden önce, temsil ettikleri hayat duruşunu oldukça karikatürize olarak gösteriyor gibi duran karakterler, işin içine çeşitli cinsi sapıklıklar, tecavüz, cinayet gibi olgular girdikçe başlı başına birer aşırılık timsali haline geliyorlar. Bu bağlamda, film ironik ve acılı, ya da kısaca başarısız, Amerikan Rüyası filmlerinden. Ancak bu türün sert filmlerinden olduğu kesin. Zira çoğu 'rahatsız edici' sahne kameranın bakışından kaçsa ve kaçamayan ya da olacakları bariz bir şekilde haber veren tüm sahnelere de neşeli müzikler eşlik etse de, şahsıma göre izlemesi fazlasıyla zor bir film Happiness.
Son olarak, Happiness'ın en büyük özelliği büyük harfli söylemlerden kaçınması, hatta bir derdi yokmuş gibi bir tavır takınması. Absürtlük ile rahatsız edici bir gerçekçilik arasında gidip gelen film, böylece izleyicinin tutunacak bir dal bulmasını engelliyor ve güleyim mi ağlayayım mı benzeri bir durum oluşturuyor. Öyle ki, cinayetini ve de ceseti nasıl sakladığını anlatan kadının hikayesi yüzünden dehşete mi düşseniz, yoksa bunu anlatırken hikayede de yeri olan çilekli dondurmasını rahatça midesine indirmesine mi gülseniz karar veremiyorsunuz. Zaten filmin rahatsız ediciliği de, tam olarak bu sahnenin örneklediği yersizlikten geliyor...

In terms of visuality, Happiness is far from being upsetting: It is almost impossible to make someone believe that what you are watching is extremely disturbing. On the other hand, this contradiction coincides perfectly with its characters, all of which look 'perfectly beautiful - and normal' on the outside, yet have different perversions, sorrow, hatred or outrageous secrets on the inside: Joy, who is a typical looser in life, her sister Trish who tries so hard to make herself believe that she has the perfect life, Trish's husband Bill who is a pedophile, Joy and Trish's sister Helen who hates and loves herself at the same time, and the others...
As obviously contrasting with the film's title, all these characters are seeking for happiness and failing on finding it. What they replace it with, on the other hand, are different kinds of extreme perversions. Just before the story dives into really disturbing incidents, it is possible to find the characterizations unnecessarily exaggerated, even absurd. Yet, with the sexual perversions', rape's and murder's inclusion to the story, not the characters but the story itself becomes to be situated on an extreme end. In this sense, Happiness is an sorrowful failure-story of American Dream; a very harsh one.
Perhaps, I should underline again: with its joyful music accompanying all the disturbing scenes, Happiness is a hard-to-watch film. As it moves between absurdity and disturbing reality, it gives no leg to stand on, and eventually you become more disturbed about your own situation in which you can not decide whether you should laugh to the scene or get annoyed by it...
Philip Seymour Hoffman plays socially incapable Allen, a secondary character in the story, who is madly in love with Helen. After the opening scene of the film (which I believe is a wonderful example of dark comedy), we see Allen talking to his psychologist about his sexual fantasies and about how he is determined that everybody finds him boring, and nobody likes him. In fact, this first impression does not change through out the story and Hoffman, successfully, does not make it easy to like Allen. Yet, whether it is easier to hate Allen, whom we did not like from the beginning, or if it is easier to hate the beautiful and normal looking characters that soon reveal their sickness, is highly questionable.



*Bu yazıyı hazırlarken, Hoffman'ın bir de yönetmenlik deneyimi olduğunu, 2010 yılında Jack Goes Boating isimli bir film yönettiğini öğrendim; film izlenecekler listeme hızlı bir giriş yaptı. Yine bu yazıyı hazırlarken, yazmayı planladığım filmlerden biri de Flawless (Joel Schumacher, 1999) idi, ancak çok uğraştım, çok çabaladım, filmi bitirmeyi bir türlü beceremedim. Son olarak, yine bu yazıyı hazırlarken, Charlie Wilson's War (Mike Nichols, 2007) ve Punch-Drunk Love (Paul Thomas Anderson, 2002) 'ın izlerken fazlasıyla beğendiğim, ancak sonra beğendiğimi unuttuğum filmler olduklarını fark ettim.

*Preparing this post, I found out that Hoffman has a directorial debut called Jack Goes Boating (2010), now it is on my "to watch" list. Again, preparing this post, I was planning to watch and write about Flawless (Joel Schumacher, 1999), yet I tried so hard, so hard!, but just couldn't manage to see the end. And lastly, going through Hoffman's films, I realized that Charlie Wilson's War (Mike Nichols, 2007) and Punch-Drunk Love (Paul Thomas Anderson, 2002) are two of those films that I highly appreciate while watching, and later forget that I did.