29 Kasım 2009 Pazar

Close-Up



Kiarostami’nin anlattığı hikaye, sinemayı sokaktan bakmanın hikayesi. Bu hikaye, hem bir filmi izlerken kendinizi ne kadar unutabildiğinizle ilgili, hem de anlatılanın ne kadar ‘siz’ olduğu ile. Kiarostami’nin filminde anlatılan hikaye, bir ülkede bir film çekmek ile, o ülkede bir yönetmen olmakla ilgili. Kiarostami’nin filmi, gerçeklik duygusunu tepetaklak etmekle; film içinde film, film hakkında film ile ilgili.
İran sinemasının önemli yönetmenlerinden biri (Makhmalbaf) olduğunu iddia edip, koca bir aileyi, evinizde film çekeceğim diye kandıran bir adamın (Sabzian) tutuklanmasına tanıklık etmek için yoldayız. Filmin en başında, hikayenin özetini, bunun kariyerindeki en büyük haber olacağını iddia eden bir gazeteciden dinliyoruz. İlk izlenimimizi onun anlattıklarını dinleyerek edindiğimize göre, bütün filme de, sadece bu gözle bakma yanılgısına düşebiliriz; traji-komik bir hikaye izlediğimiz. Bir tarafta sahte kimliği ile saygınlık kazanan, hem de karnını doyuran bir adam ile ona inananların düştüğü komik durum; bir tarafta da, mühendislik okumuşken, ekmek satmakla, sanattan para kazanmak arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılan bir gençlik var. Bu sahtekarlık davası ciddiye alınmıyor ve kimse, madem hırsızlık değildi derdi, Sabzian’ın neden böyle bir işe karıştığını anlamıyor. Bütün bunlar, Close-Up’ı oluşturan tek bir katman sadece. Bu sade, yarı-belgesel film İran’da yaşamakla, aynı zamanda da İran’da film çekme hayali kurmakla alakalı.
Close-Up, başka bir katmanında ise, sadeliği ile süslenmiş, dolambaçlı birçok soru barındıran bir film. Sabzian’ı anlama çabası, gerçekliğin içinden sinemaya atılan bakışların sorgulaması aslında. Sabzian’ın başka biri olma çabası, elde ettiği saygıdan aldığı zevk ile, karnını doyurabilmesi arasında gidip geliyor. Büründüğü kimlik, hem ‘diğerleri’ ile yakın olabilecek kadar mütevazi hem de bu diğerlerinin acılarını en güzel şekilde tasvir edebilecek kadar yüce. Rolüne ara verip, ‘diğerleri’nin arasına dönmek zorunda kaldığı zamanlar, rolünün Sabzian’a en zor gelen kısmı. Fakat yine de bu maceradan, sonunu göremese bile, vazgeçmiyor. Başka biri olmak kadar, bu başka birinin bir yönetmen, Makhmalbaf olması da önemli onun için. Mahkemede söz verildiğinde, Makhmalbaf’ın veya Kiarostami’nin anlattığı hikayelerde, kendi hayatını, dertlerini gördüğünü söyleyip, bu hikayeleri anlatanlardan biri olabilmek isterdim diyor.
Sabzian’ın zaman zaman iki uç arasında gidip gelen açıklamalarının hepsi, aslında, sinemaya doğru farklı bakışlar. Bakış açısını, film çekme sürecinden, başarının sonuçlarından veya yönetmen olmaktan arındırdığında, geriye kalan, “beni anlatıyor” hissi çok naif bir sanat sevgisinden bahsediyor. Hatta, belli bir doğrultuda, anlatılana değer biçiyor. Öte yandan, yönetmen ‘olma’ isteğini bu naiflikle anlatan Sabzian, bu kimliğini saygı görmek için de kullanıyor. Bir yönetmen fakir olmamalı diyor Sabzian, karnı doymalı, ailesini geçindirmek gibi dertleri olmamalı. ‘Diğerlerinin’ en güzel, en gerçek hikayelerini anlatan yönetmen, onlardan uzakta konumlandırılıyor, dışardan gözlemleyebildiği için takdir görüyor. Sonuçta, Makhmalbaf olmanın amaçları arasındaki sınır bulanıklaşıyor; anlatmak mı amaç yoksa anlattığı için değer görmek mi? Böylece, Sabzian’ı sorgulamak, sinemacı olmak ile ilgili bu soruları sormak halini alıyor.
Sabzian’ın çelişen açıklamaları, filmin barındırdığı/sorgulattığı gerçeklik duygusu için de çok önemli. Gerçek bir hikayenin anlatıldığı ve herkesin kendisini oynadığı bu filmde, kurgunun nerede bitip, gerçeğin nerede başladığından emin olamıyoruz. Üstelik bu bilinmezlik filmin içinde anlatılan hikayenin de konusu. Close-Up çekim yapabilmek için izin alma sürecini filme dahil ederek, veya kameramanı, mikrofonu göstermekten çekinmeyerek, yarı belgesel bir film olmaktan veya hikayenin gerçekliğini bir daha kanıtlamaktan fazlasını yapıyor. Film çekmek hakkında olan hikayeye, bu filmin kendisinin de çekim sürecini, nedenlerini ve sonuçlarını dahil ederek, sorduğu soruların altını bir kez daha çizmiş oluyor.
Close-up sadeliğinin verdiği üslup güzelliğinden ve insanını güzel anlatmasından ötede bir güce sahip. Kendi kendisini, gerçekliğine hiçbir müdahale yapmadan sorgulayabilen bir film bu.
*sinefil 9Kasım/25Aralık 2009 sayısı.

29 Ekim 2009 Perşembe

500 days of Summer


İçimde, kelimeler.

En güneşli sahnelerde, içimde hüzün olması, alamayacağım iyi dileklerin habercisi. Yazılabilecek ve yazılmış bütün hikayelerin acı toplamı; günlerin sayılıp bitmesinin, sayıların son bulacağının göstergesi olduğu sadece. izleri ise hep kalıcı. Bir taraftan, bunlar, işte o hikayeler-çoğul ekiyle. Biter ve yeniden başlarlar. Ve bu gerçek de, rengi bu filmin.
Bir taraftansa, bütün hikayeler böyle değil, çünkü benim öznesi olmadığım ne güzel cümleler var kurulan. Bunun çelişkisi, aynı üç harfli kelimeye, hem inançsızlığın hem inanmanın nedeni. Aynı anda, farklı kişilerde. Açıklaması ise, yok. Aynı hikayenin birden fazla başrolü olmasının sonucu işte.

29 Eylül 2009 Salı

Gemide

Yeni Sinemacılar anlattıkları hikayeleri, “Türkiye açısından toplumsal ağırlığı büyük olan ve buna rağmen fazlaca el değmemiş ya da klişe kalıplar içinde ele alınmış konuların, karakter odaklı dramalarda, rafine biçimde işlenmesi” diye özetliyorlar.[1] 1998 yılında da Gemide ile başlıyorlar anlatmaya. Gemide aynı zamanda, daha sonraları yeni sinemacıların kemikleşmiş oyuncu kadrosunda yer alacak Erkan Can’ın da ilk başrolü.
Gemide, toplumsal ağırlığı büyük ama kapladığı yer hep küçücük olan bir topluluğu anlatıyor. Erkan Can’ın (Kaptan’ın) hikayeyi başlattığı, artık film kadar ünlü olmuş sözleri, “Bir memleket gibidir gemi..” işte bu yüzden anlamlı; Koca bir hikayeye mekan olan bu gemi, aslında sadece koca bir denizin ortasında küçücük bir nokta. Sorun; içindeyken büyük hissettiren geminin, sadece dışardan bakınca anlaşılan uzaklığı, küçüklüğü.
Gemide işte bu küçüklüğü, bir de, içeriye bakarak hissettiriyor bize. Yalın ama vurucu anlatımıyla, hem yeni sinemacıların dilini yansıtan hem de yeni dönem Türk sinemasının en iyi örneklerinden biri olan film, sessizce ama bastıra bastıra dikkat çektiği bir nokta ile önem taşıyor; günlük İstanbul’un yanıbaşında, ya da aslında tam ortasında, bu kadar soyutlanmış, kendi hiyerarşisinde, kendi dertleriyle kavrulan bir topluluk var. Gemide’de üstüne basılan, bu dertler değil, aradaki sınırın ne kadar güçlüyken, ne kadar da saydam olduğu.
Gemideki düzenli yaşayış, dışarıdan gelenle, yabancı olanla bozuluyor önce. Kendilerine ayrılan alanda yine kendi kendilerini tanımlamak zorunda kalan mürettabatı, dışarının ışıkları çekiyor devamlı. Dışarıda başka bir hayat, dışarıda gemide yokluğu çekilen herşey var. Ardından, sadece uzaktan bakılabileni, birden bire aralarında bulduklarında, bütün dengeler bozuluyor. Çünkü, her gece uykuyla uyanık arasında, hayal edilerek dinlenilen uzak hikayeler, bu küçük/büyük gemiye kadar gelmişler, ve bu küçük insanların kendi kendilerinin hikayeleri olabilirler artık. Önce kanundan, nizamdan eser kalmıyor, herkes kendine bir pay istiyor; sonra ilişkiler bozuluyor ve bütün düzen çatırdamaya başlıyor.
Hikaye ilerledikçe biz de görüyoruz ki, o kendine doğru çeken dışarının ışıkları, aynı zamanda korku da salıyor. Çünkü burada, bu memlekette, ne oluyorsa, içeride oluyor. Herkesin burada olduğu için bir sıfatı var ve Kaptan’ın akla kazınan repliklerinden birinde de söylediği gibi, burada büyüksen, sadece burada büyüksün; dışarıdaki dünyada hiçkimsesin aslında. Gemiyi batırmak pahasına da olsa, kimse vazgeçmek istemiyor elindeki hazineden ama yine kimse de cesaret edemiyor dışarının tehlikeleriyle yüzleşmeye. Bütün mürettabatın, hatta Kaptan’ın, koskoca memleket başkanının yüzünde bile açık seçik görüyoruz korkuyu; bu geminin dışında, hiçkimsesin, kimse dinlemez seni.
Gemidenin dokusunu oluşturan unsurlardan belki de en önemlisi, bu dışarısı/içerisi zıtlığını, yine sessizce hissettirmesi. Film boyunca, bunca devinimin aslında dışarıya hiç ses çıkarmamasına, hayret edip, hayran olmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Hikaye bize, bu kadar korkulan ‘dışarı’da neler olduğu hakkında hiçbir ipucu vermiyor ve böylece içeridekilerin korkusu anlamlandığı kadar bu topluluğun ‘küçüklüğü’ de vurgulanmış oluyor.
Düzeni bozan ‘yabancı’nın bir kadın olmasının önemini vurgulayan ve kadına davranılışın üzerinde duran bir okuma yapmak ve yine aynı okumaya, bu yabancıya sadece bir sembol olarak bakan bir okuma ile karşı çıkmak mümkün. Ancak, kesin olan birşey var ki, Gemide'nin en önemli dertlerinden biri, sınırların sıkıştırdığı insanları anlatmak.
Yeni sinemacılar, manifestoları denilebilecek kendilerini tanımlamalarında da söyledikleri gibi, dertlerini karakter odaklı hikayelerle anlatıyorlar. Erkan Can, Gemide’de, karaktere yüklenen bu sorumluluğun hakkını hiç kuşkusuz ki fazlasıyla veriyor. Kaptan’ın, bütün repliklerinin çok ötesindeki akılda kalıcılığı, Erkan Can’ın bir oyuncu olarak, kendini değil, Kaptan İdris’i izlettirmesi ile sağlanıyor. Bu geminin başbakanı, kaptan, hem hiyerarşinin en tepesini, hem de bütün korkuları, bütün boşvermişliği ve sorumlulukları, olanca doğallığı ve sadeliği ile temsil ederken, en vurucu, ama en sıradan tespitlerde bulunuyor; ve hikaye, kendi gerçekliğini hatırlatırcasına, onun sözleriyle bitiyor; “Nerede kalmıştık?”

[1] http://www.yenisinemacilik.com/
*sinefil 28Eylül/6Kasım 2009 sayısı.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Devrim Arabaları


Hep yarım kalan cümleler bunlar. Yapabilirliğinin üzerini çizen, hala kendi dününe inanılmaz bakabilen cümleler. Birşeyler bizi tutuyormuş gibi, sanki bir bıraksalar otomobil uçar gider gibi, bütün olanlar rüya gibi, ve sanki bütün saatler durup da bizi bekliyormuş da, sarsılıp, kendine gelmeye daha vakit varmış gibi.
Bilinmedik ne kadar hikaye var, hala, hemen şuracıkta; kurulmuş da üstü karalanmış ne kadar cümle var. Her duyulandan, her okunundan sonra, nasıl olurlarla şaşıran bir de 'izleyici' var. Nasıl olmuş da bu kadar yarım kalmış bu cümleler? Nasıl olmuş da bu kadar yanlış yazılmış bu cümleler? Ve, hala, nasıl oluyor da bu kadar sessiz bütün sesler?
Aynı hikaye,aslında; yılın sadece bir günü sokağa dökülen ayaksesleri, bütün girişler kapanana kadar, yan yollara sapan ama sesini çıkarmayan internet adresleri, aynı hikaye, aynı haberleri izleyenler ve aynı gazeteleri okuyanlar ve aynı hikaye, hep dönüp dolaşıp başa dönen bu hikaye. Hepsi aynı hikaye, aynı sessiz sesler.
Ve hep bir cevap var, cevabını bir türlü kafamızın almadığı sorulara;
"zaten adı devrim olan bir arabayı sokakta gezdirmezlerdi"

22 Eylül 2009 Salı

Shrink


Herkesin bir rolü olduğuna dair, uzun, temiz birkaç cümle. Acının hiç gitmeyeceği ise, beklenenen süpriz sonu.
Tavanınızdaki bütün anıları bir çantaya doldurabilirsiniz, sonra da hepsini tepenizden uzaklara uçuran rüzgarın altında dans edebilirsiniz. Bu, rengarenk bir gün doğumunun sözü değil ama, zamanla kıyafetlerinizin rengi değişebilir; pembe bir hırka ve mavi bir pantalon.
Bildiğimiz bu hikaye, hangimizin bir problemi yok ki kokulu. Fakat, renksizliğinin gerçekliği içinde, alçak gönüllü temennisi herkesin hikayenizde bir rolü vardır cümlesi.
Dansınıza katılacak birileri, gerektiğinde yumruğunuzu anlayacak ve sizi tesadüfen duyacak biri. Sizin için, sizin cümlelerinizi yazacak biri. Herkese değil ama, size okuyunca rengarenk bir gün doğumu gibi kokan cümlelerinizi.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

sözü bende.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Everything is Illuminated

Geçmişi anlamaya çalıştı, ve unutmamak istedi. Unutmamak istedi çünkü, bir gün birileri gittiğinde, bittiğinde birşeyler; hayat onlar hiç yokmuş gibi devam etmemeli. Etmesin istedi.
Ne kadar korkunç, unutmak. Hatırlamamak ne kadar kötü; nelere güldük, hangi eşyalar yere düşüp kırıldı da neler hissettik ve hangi topraklara basmak ayaklarımızı acıttı ama elledik yumuşacıklardı. Hepsini duvarlarina asmak istedi, bütün hikayelerin bütün anılarını, bütün kişilerin bütün ayrıntılarını. Çünkü çok korkunç unutmak.
Ve aramak için uzaklara gittiğinde, nedenleri nasılları, hikayelerin bütününü; bütün duvarları gülümsediler ona. Çünkü önemli değil kimdi fotoğraftakiler, ya da önemli değil fotoğrafları duvarlara asmak; Bütün o hikayeler, katmerlenip zaten bu hikayeyi yazdılar. Bütün cümleler, dün söylenenlerin devamı, dün söylenenlerin diğer yarısı, sebebi. Ve onlar da kendi dünlerinin, ve onlar da kendi dünlerinin..
Ters çevirip çevirip giyiyoruz giysilerimizi, içimizdeki dışımızdakimiz, dışımızdaki içimizdekiz; çünkü hepsi aslında tek bir kocaman hikaye. Dün ne geldiyse başımıza, ve dün hangi ülkeleri gezip gördüysek bugün de aynı fotoğraflardayız; içimiz dışımız, yanı başımızda taşıdığımız anılarımız. ayrıntılarımız. geçmişimiz, geçmişimizi kuran kahramanlarımız.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Hiroshima Mon Amour


seni de unutacağım diye haykıracaksın sevdiğinin yüzüne. çünkü, bir saniye olsun düşünmemek için uykudan bayılıncaya kadar yatağına yatmayan sen, sabahları hep aynı düşle uyanmadığını fark edeceksin bir gün. ellerini kanata kanata, duvarların yıkılıp, geri gelmeyeceklerin geri gelmesini bekleyen sen; bir film gibi, bir hikaye gibi anlatabileceksin acını. ağlasan da, çırpınsan da, çığlık çığlık atsan da kendini sokaklara, sırası geldiğinde, hatırladığında; anlatabileceksin sonuçta. "ilk kez birine sen dedim" diyeceksin, "ilk 'sen'imdi o benim, ve şimdi sen, başka bir imkansızlık içinde, beni dinliyorsun, ilk acımı anlatırken. ve ellerini bile doğru dürüst hatırlamıyorum onun, anlatırken şimdi, bu gece, acımı hatırlıyorum evet, acımı hatırlıyorum biraz. ama bir gün, onu da hatırlamayacağım." Ve ekleyeceksin belki de, "anlatıyorum sana, şimdi. çünkü seni de hatırlamayacağım."

2 Temmuz 2009 Perşembe

The Other Boleyn Girl


"........ the art of being a woman"

30 Haziran 2009 Salı

Thumbsucker


Her zaman gün, bir şekilde ben istediklerimi yapamadan, saatlere sığdıramadan bitecek. Ve her zaman bir yerlerde bir yalnızlık, bir de yanlışlık olacak. Hiçbir zaman nihai iyileşme olmayacak. Her zaman sorular olacak, kendim hakkında bile. Hayatımı bir ödev gibi kürsüde sunamayacağım hiçbir zaman; hiç bitmeyecek çünkü. Tamamlanıp anlaşılmayacak.
İyileştirin beni dedim hep, bende bir yanlışlık var. Meğerse herkeste varmış o yanlışlık ve becermek birşeyleri, düzelmek değil onlarla yaşamakmış.
Resim hiç güzel durmuyor değil mi? Ama işte o kadar gerçek. Çünkü hiç bitmeyecek, tamamlanıp anlaşılmayacak.

Little Children


Bu film diyordur ki belki de, çocuk yapmak büyük sorumluluk. Kendi çocukluğunuzun bittiğinden emin olmanız lazım, yeni bir hayatı başlatacak ve de devam ettirecek kadar tamamladınız mı kendinizinkini? Başka birini mükkemmel bulabilecek kadar sevdiniz mi kendinizi? Çünkü şimdi, bütün karar cümlelerinizin gizli öznesi bir parçanız var, büyürken sizin yaptıklarınızın etkisini, illa ki, yanında taşıyan.
Aile bağlarından bahsediyor bu film, evet; ama yanlızca sorumluluk kelimesinin çerçevesi içinde. Birden bire içinde bulmuşsanız da kendinizi, "geçmişinizi değiştiremezsiniz ama geleceğiniz sizin elinizde". Ve eğer bir aile kelimesinin harflerinden birini oluşturuyorsanız, o gelecek bütün kelimenin geleceği. Bir çocuk gibi, kendi şekerinizi, yalnız kendi şekerinizi isteyemezsiniz. Büyümeniz gerek, artık ağlayamazsınız komşunun çocuğunun şekerleri için.

Bu filmin büyümemiş çocukları ise, cevapları kabul etmeyen, 'e bu da böyle işte' cümlelerini anlamayan ve hep neden daha fazlasını alamayacağını soran çocuklar. Sokak lambası, sinekleri çektiği gibi çekebiliyor onları.
Kimin büyümesi gerektiği bize düşmez elbette. Kime 'vazgeç sorularından' diyebiliriz ki. Bir çocuk hep sorar; neden?
Fakat burda bunu tartışmıyoruz biz. Bizim çocuklarımız büyümeliler, şimdi evdeki çocuk onlar değiller çünkü. Bunun bilincinde olmaları gerektikleri, bu filmde kocaman puntolarla yazdığımız. Bu kesin. Bu arkaplanda.
Şimdi, sadece, ortalığı güzelce temizleyecek birini bulmamız gerekiyor.

Brad'in, ayrılık mektubunu komidine hiç bırakmaması, cebinde saklaması, erkek olduğu için veya sevmediği için değil (sevmek kelime haliyle tartışmalı ya da. kandırdığı için değil diyelim). Sadece, asıl neyi aradığını ve neyden kaçtığını biliyor o. Merdivenler var atlaması gereken, sadece bir kez. Ondan sonra barışabilir geleceği ile, ondan sonra verebilir kendini kelimenin diğer harflerine.
Onu suçlayamayız bunun için, sorularını bir taneye indirebildiği için. Ya da, onu da sonunda cevaplayabildiği için. Ortalığı temizleyecek olan o değil.
Tesadüf mü peki, evde onu bekleyen güzel bir karısı olanın ve fedakarlık yapmak “zorunda” olmayanın Brad olması? Tek bir sorusu vardı Brad’in; cevaplandı. Sarah’nın ise, daha tam cümlelere bile dökemediği soruları var, bir türlü elde edemediği şekerleri. Yaşayamadığı cümleler var, kitaplarda altını çizdiği. Ama önemli olan, bir tek şeyle cevaplayabileceğimiz herşeyi; ortalığı güzelce temizlemesi gereken o.
Fedakarlık yapması gereken.
Anne.
Aile kelimesinin kadın harfi.

5 Haziran 2009 Cuma

Children Of Men


...
In 2027, The Great Britain is the only standing, orderly country left and its government acts as a strong control mechanism whose regulations are visible on all aspects of human life. Still, the city is depicted as a dangerous place with the acts of terrorism. And the biggest reason of fear are the immigrants. It is obvious that the future world of Children of Men is built on the dynamics of a conservative authority and again conservative ideology’s fears. It is important (and the main story that the movie evolves around is) that any change, even seen as a salvation do not find a place for itself in these dynamics.
Ironically, the salvation (or the possibility of it) in Children of Men, comes from what it is most afraid of, from an immigrant. However even that miracle is to disappear in the system of capitalism; As everybody, even the ones claim that they are against the system, wants it for themselves. If it is not wanted for a purpose, it is ignored because of not belonging the system. I believe that the scene where, after a few of minutes of shock of seeing Kee’s miracle, the soldiers go on with their battle is both important in this aspect and I believe, as being a parody of conservatism.
One of the main but not very obvious themes is about how Children of Men depicts religion, which can, again, obviously be taken as a criticism against conservatism. The religion do not take its part in the story; the only time we witness the characters embracing belief is not the belief of major religions but a more mystic belief. The religion is even mocked in some scenes like, Kee saying that it would be “funny” if she were a virgin and still had a baby. On the other hand, throughout the film, another theme as everything happens for a reason is depicted, not in a religious subtext but by putting emphasis on the willpower. It is important that Theo does not complete his mission because he is a part of a community or because he just believes in it, but he achieves it because he, himself believes that it is the right thing to do. Eventhough she is, most of the time, assumed as a miracle, Kee is rescued without the help of the religion, or the other communities that act solely according to their missions.
It is worth to mention that, although the film can be classified as a technological future film, it is again ironic that we do not witness many developments in tecnology. We obviously sense its presence and see as it is used but the story mostly takes place in where technology is not used. There are even scenes that little troubles causes delays in the general flow of the main quest. The presence of a simple watch before the arrest, absence of shoes or most obviously the breakdown of cars are very ironic in a world of major developments of technology. I believe this can be read, again as the importance of humanbeing’s willpower which was mentioned above, as opposed to religion; Here, as opposed to technological development. The absence of technological development in many scenes can also be read as the depiction of uneven development, a strong outcome of globalisation as well as capitalism. After we see the streets, its dirt, danger, and disorder; we witness a rich man’s house, Theo’s cousin, with classical music and masterpieces of art in the background. As a strong metaphor of bourgeois, he even answers Theo’s question, “What it is that keeps you going?” as “I just don’t think about it”.
...
*pols&cinema ödevi.

8 Mayıs 2009 Cuma

Amores Perros


...
Not by coincidence, the movie Amores Perros takes place in a city, in Mexico City that is built on its colonial roots and it (maybe not obviously but in deep) tells the story of a struggle, struggle of the city people, trying to cope with what the city life offers (imposes). We see the characters trying to reach their higher goals (goals as, getting rich enough to ‘get away’, staying as a supermodel, staying in a relationship or even staying alive). However, this aim of what is distant is everytime disrupted by something much nearer, a simple car crush (or other people’s higher goals, somehow resulting in a car crash.). While everyone tries to guard his own goal, goes after his own interests , the disorder caused by the every struggle affects everyone indirectly. Just like the basic definition of globalization, borders are removed and here is affected by what is there.
As stated before, in the movie, we watch one story which is actually an interpenetration of three stories. In the first one, we witness a suburban story (a small world to became the sample of a globalized world) where everybody wants to get away with the best he can get and pushes the lines for it; The older brother robbes shops or the men of the neighbourhood earn from the dogfight. The leading character, Octavio is first shown as the different character, the one who is outside of this ‘struggle’. However in time, his love for his brother’s wife is revealed and he comes to a point that now he has something to aim, to possess too and he, himself, becomes a part of the struggle. A vicious cycle, a system producing and reproducing its own parts. As he decides to be a part of the system, only for his ‘higher goal’, his dog becomes his labour force.After this, the movie does not change its dark mood and solidifies the fact that eventhough everybody wants to be the big fish, nobody actually manages to win this strive, as the movie will keep on proving throughout the movie. And his biggest struggle, where he is actually, is eaten by the bigger fish, becomes the reason of another story’s another character’s struggle in life.
The second character, Valeria is first shown to us through a TV screen, the image of a famous model is created as the first impression. Also, other than his love affair with a married man, we do not learn anymore personal things about her; she is only identified as a supermodel to us. Thus, we react differently than we would for another woman, when she is badly injured after a car accident and when she looses her one leg. Now, Valeria, herself is nothing more than a labour force. Even she does not perceives herself differently; after the accident, as she slowly moves away from being the famous supermodel, her personality (her identity) and her relationship begins to fall apart. I believe, in this story, the director uses the disappear of Valeria’s dog, Richie, as a symbol of what Valeria is really worth, her identity to be associated. It is something that is under the surface, covered with a thick layer, something that Valeria and her boyfriend desperately seeks, usually in the wrong places (like the huge poster, hanged on the building across the apartment). However, when they finally reach it, it is only after somethings are really lost. When, the boyfriend hugs to Valeria and she finally touches his hands lovingly, neither the supermodel body nor the poster across the street is existed. Again, the system produces its own commodities, and the struggle(s) destroy it.
...
*bu bir pols&cinema ödevi ve bunun daha bi de başı sonu var, elifsultangizemsavaşa pek teşekkür eder.

27 Mart 2009 Cuma

Kiss Me Deadly


Despair in Kiss Me Deadly
...
We easily conclude, just at the beginning, during a police investigation (if not in the first scenes where he meets Christina) our protagonist, Mike Hammer is an ambitious, self seeking, cunning and challenging person who looks like not afraiding from the authority. Throughout the story, he aspires only to solve the mystery that the story develops on. In that way, the story basicly consist of the ongoing encounters of Mike and a second person who has the little part of the information Mike needs. With these three aspects about the story and about the protagonist’s characteristics, one can easily expect Mike, everytime he encounters a conflict, to display massive strugglings to the last point, to try every way. However, Mike seems to be satisfied with the little information he gets, everytime. It is true that, he uses physical acts to force people to talk or threatens them but he never insists for more information or for more help. Many examples can be given as, when he meets the burned faced scientist, he does not insist for more information, eventhough he simply puts into words that he knows about what Christina hides; rather, Mike leaves the scientist’s house only with a name. Another example is that he does not questions the man who follows and attacks him with a knife, he just beats and gets rid of him. Finally, his reaction to the bag he finally reaches through the very end of the movie is the most extreme example. He simply leaves the bag where it is without questioning its nature. This unreactiveness of the protagonist consist with the hopeless nature of the film noir. Eventhough the protagonist’s aim is to solve the main conflict which the story develops on, we feel that there is the inevitable reality of failure.
This created sense of failure is assisted by another notion in the movie; the inevitable restrain of the protagonist. (This and the unreactiveness unites to create the sense of failure.) From the first scene that details about Mike are revealed by others; to the last where Pat reveals the secret, we are felt that the truth (which is the whole purpose to be achieved) can actually never be achieved. There are always the others knowing more. They are the ones possesing the power and ones that are using it. Whatever Mike does, we are felt that he is somehow, always passive. The scene where Mike solves the mystery of word ‘Remember me’ is very crucial for the movie and is supposed to be a success for Mike. However, in the scene there is the figure of a doctor (a higher being, an authority) that makes us feel that he had been there since the beginning, knowing what we were seeking. Now he is the one who posses the power – the key. It is true that Mike manages to get the key but only to give it to someone else. This notion is mostly felt in that scene where, Mike gives the key to Pat, where for the first time, he verbally admits his failure. It is even towards the very end of the movie and after the secret is revealed but still, Mike is shown as despairing.
For the audience, it is hardly possible to identify with the main character, Mike. Eventhough he is the charismatic hero, fighting with the authorities it is hardly possible to say that he is acting for the good will. ( When Pat asks him to let go the subject and leave it to the police department, he answers, ‘what is in it for me then?’.) He uses the people he loves for his own purposes, we can not see his true affiliation or anything very naive, beautiful or attracting about his personality is not shown. All these keeps us distant from him and so from the film. Also, despite his charisma, it is hard to see him as victorious because of the elements indicated above. His temporary victors mostly rely on his physical attacks or threats, and these victors lose their value with the ongoing conflicts. Through his quest Mike confronts with many failures, like the death of his friend or kidnap of his secretary/lover. Despite the fact that we see him more devestated on these times, these incidents do not affect the speed of his quest which again supports the notion of hopeless mood of the movie. Despite the ongoing action, it is as if, Mike, somehow is aware of the possibility of inevitable failure. There actually nothing exists to change the collapse at the end, it is even more miserable to hear Pat’s line; ‘nothing would change if you knew’.
...
*pols&cinema ödevi

17 Şubat 2009 Salı

Trois couleurs: Bleu


Biriyle, birileriyle kalbini öyle doldurursun ki; senden gittiklerinde, hayat durur.
Öyle doludur ki kalbin onunla, yokluğu kalbini durdurur. Ve eğer bu gerçekle, bu gerçeğe rağmen, kendini öldüremiyorsan, yapacak tek şey kalbini bomboş bırakmaktır.
Eğer içeri almazsan kimseyi, giden de olmaz.
Bütün anıları yakarsın, kalbini doldurabilecek bütün fırsatları geri çevirirsin, kimseyle konuşmazsın ve hatta süpürmek için kalbini; yatağındaki boşluğun altını çizmek için; bir yabancıyı alırsın yatağına; son kez, bir defa.
Kalbinin ağrısını değil, sadece elini duvara sürttüğündeki kanın acısını duyabilmek için yaşarsın artık.
Peki,
gidebilir misin gerçekten? Biri gerçekten gidebilir mi? Kapatabilir mi kalbini, özgür olabilir mi bütün sevgilerden ki sevgiler-acılar öldürmesin onu? Kaçabilir misin bu esaretten, esaretse sevgi; gerçekten özgür olabilir misin boşaltarak kalbini?
Boş kalbin ile, özgürlük ve mutluluk kelimeleri ile, cümleler kurabilir misin kendine?

Le Voyage du Ballon Rouge

Bütün Fransa böyle midir? Bütün insanların hüznünde bile şıklık mı vardır? Bütün çocuklar böyle sakin midir; büyüklerin telaşına şaşırır ve sorulmadıkça cevap vermezler?..

Nasıl bana kırmızı balonun avrupai yolculuğunu Tayvanlı biri anlatıyorsa, Simon ve Suzanne'in fransız hikayesine de Çinli bir kız tanık oluyor;
Onun adı Song Fong ama siz ona Song diyebilirsiniz..
Song'u tanımıyoruz, hikayede bir izinin olduğunu da söyleyemeyiz; O sadece elinde kamerası olan biri. Çok soru sormuyor, sadece Simon'un kısa geçmişine dair romantik kısa sahneler veriyor bize. Olan biteni anlamamıza yetmeyebiliyorlar ama bütün anılar çok sinematografik..
Bu filmde, aslında, başı sonu belli bir hikaye, hatta bir olay örgüsü bile yok. Bir yaşamın, bir kesiti. Hergünün bir hikayesi. Tanımadığı bir eve dahil oluyor Song, yönetmen bir ailenin evine kamerasıyla kuruluveriyor ya da kırmızı bir balon, yolculuğu sırasında bir pencere önünde duruyor. Fakat bütün bunlar olurken hayat devam ediyor ve hayat devam ederken herkesi durdurup geçmiş hakkında bilgi alamaz, ya da gelecekte ne olacağını tahmin edemez; sadece gördüklerinizde insanları tanıyabilir ve misafirlik süreniz bitince de, sessizce gidersiniz..
Kırmızı Balonun Yolculuğu'nun başarısı, bu sessizlikten başarılı bir seyirlik çıkarması.
Çünkü, eğer görmek isterseniz, heryerde bir hikaye var; kırmızı bir balon heryere uçabilir ve her pencerenin ardı, aslında bir hikayedir.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Burn After Reading

Coenler bu filmde ciddi konulardan bahsediyorlar; herkesin içinde bulunan karanlık yön, suç işlemeye eğilim, paranoya, sapkınlıklar, takıntılar. Fakat ortada bi gariplik var; bu hikayede zeka göreli.
Hikaye ciddiyetini boş bir çabayla korumaya çalışırken, karşımızda dolambaçlı, gerçekçi karakterler değil, komik durumlar var; ve izlediğimiz herkes de bütün saçmalıklarını tam bir ciddiyetle yapıyor. Bütün absürdlükler ise, tezat durup göze batmanın aksine, bir uyum içersinde filmin güzelliğini oluşturuyorlar. Dolayısıyla arkamıza yaslanıp, süpriz son beklemekten vazgeçip, bütün bu 'komikliğin' zevkini çıkarmaya başlıyoruz. Filmin derdi de bu zaten; Coenler karmaşık bir hikaye anlatmak değil 'durumlardan' ve enfes oyunculuklardan bir seyirlik oluşturmak istemişler (aslıonda bütün bu karmaşanın ciddiyeti ile dalga geçmişler). Öyle ki, şu ünlü CD'nin nasıl olup da Linda ve Chad'in eline geçtiğini, yani bu karmaşanın nasıl başladığını filmin ortalarına doğru, çok geç ve kısacık bir sahneyle öğreniyoruz.
Bize, "hiç de öyle durmuyor ama herhalde önemli birşeyler oluyor" dedirten müzikler ise, ciddiyet-absürd tezatına katkıda bulunarak, filmin derdine/güzelliğine hizmet ediyor. Kendilerini çok ciddiye alan bu insanlara bir kez daha gülüyoruz.

Filmin sonundaki 'güleriz ağlanacak halimize' konuşmaları gereksiz dursa da, CIA şefinin de söylediği gibi; ne ders çıkardık bilmiyoruz, kim nerede ne hata yaptı da bütün bu olanlar oldu, onu da bilmiyoruz ama kesin birşey var ki; olanlar cidden komikti.

The Man Who Cried

Christina Ricci'nin soğuk yüzünden midir, televizyon ekranından mıdır veya Türkçe dublajdan mıdır bilemiyorum; izlerken içinde değildim filmin. İzledim ama uzakta durdum. Bunun nedeni benim hiç böyle bir kimlik arayaşına girmemem de olabilir. Çünkü,
'Bu ne filmi?' diye sorduğunuzda, bu bir 'o zaman sen kimsin?' filmi; Kimliğinin ne kadar bilincindesin ve bilinç/bilinçsizliğinle ne yapıyorsun hayatta?
Film boyunca, dikkat çeken ayrıntılarıyla 'güzel' sahnelerin dışında, beni Sally Potter'ın anlatımı hayran bıraktı. Sanki biri bize başından geçenleri anlatıyormuş gibi, film sona yaklaştıkça-anılar hala tazeliğini korumaya başladıkça, kesik kesik sahneler de yerini daha akıcı bir devamlılığa bıraktı. Kahramanın çocukluğunu izlerken, fazla dramatize edilmiş sahnelerin ayrıntısından uzak, sadece onun da yıllar sonra hatırlayacağı anıları izledik. Ricci'nin karakteri o kadar soğuk ve kendi kendine de o kadar yabancı ki, duyabileceğimiz sevgi için de, olan biteni anlamamız içi de yeterliydi bu zaten.
Bütün filmi bir kişinin gözünden izledik; o etkilenince biz de etkilendik; onun için yavaşlayınca zaman, bizim için de yavaşladı ve 'güzel' sahnelere bir kez daha hayran kaldık, Ricci de gördüklerine hayran kalırken..
Bu bir, ben kimim filmiydi ya; Nerede olmak istiyorum, kaçan mı olmak istiyorum, kovalayan mı? Tek başıma mı, birinin arkasında mı? sorularını soruyordu ya hani: Bazen kim olduğumuzu birini sevince anlarız; sevgimizle kendi evimize yolculuk yapar, daha önce sormadığımız soruları cevaplarız..