Daha en başından “bir varmış bir
yokmuş” ile başlıyor film, cama boyanmış bir şahmaran resmi eşliğinde, binlerce
yıldır İstanbul’un altında bulunan hazinelerin hikayesini dinliyoruz. Kahvenin
diğer müşterileri gibi, bize de çok inandırıcı gelmiyor ise bu hikaye, cevabı
hemen yapıştırıyor anlatıcı; “bulamadım evet altınları ama, araması bile
güzel.”
Zülfü Livaneli’nin yönetmenliğini
yaptığı ikinci filmi olan Şahmaran,
işte bu, ‘hikayedeki altınları, gerçekte arama’nın güzelliğinin hikayesi. Bırakın
bir çocuğu, koca adamların bile inandığı / inanmak istediği hikayeyi, şimdiye
taşıyor ve gerçekle efsaneyi karıştırıveriyor.
Film boyunca izlediklerimiz, her
ne kadar hikayenin merkezinde bir çocuk olsa da, onun bakış açısından
abartılmış, efsaneleştirilmiş, rüya gibi sahneler değil, aksine onun bile zaman
zaman anlayışının ötesine geçen gerçeklikte, gerçekliğin karanlığında geçen
sahneler. Fakat, sanki bütün olanların, bir taraftan anlatılan Şahmaran
efsanesinden bir farkı yok gibi. Kaçaklara yardım eden kadının, bir büyücüden
farkı yok; ismini bilmediğimiz kadına herkes Sultan diye hitap ediyor, kendisi
de vücuduna sardığı, ucuşan parlak kumaşlar ve çıplak ayaklarla dolaşıyor; kötü
adam ise gerçeğine tıpatıp benzeyen kuklalarla konuşuyor.
Bu gerçekle efsane arasında
kalmışlık, filmin en büyük gücü aslında; ne unutup gideceğimiz uzak diyarların
hikayesi anlatılan, ne de hergün karşılaştığımız için içimize işlemeyen karanlık
bir olay. Bu arada kalmışlık, çocuk oyuncuların zaman zaman şirinliğe kaçan
doğallık çabaları, filmin karmaşık bir olay örgüsü olmasa da bize ipuçlarını
yavaş yavaş hissettiren sade anlatımı yanında bu filmi izlenir kılan en büyük
etkenlerden biri.
Zaman zaman konuşmadaki soruların
cevaplarını bile almadığımız ya da önemli bir sahnenin devamını göremediğimiz
kopuk sahneleri, filmin masalsı anlatımına yorup, filmi okumaya başladığımızda
en dikkat çekici yanlardan biri Şahmaran/Sultan’ın yarattığı etki. Şahmaran
efsanede daha anaç anlatılırken, gerçekte, sanki özellikle aksi sunulmuş gibi,
cinsel göndermelerle çevrili. Sırları olan bu soğuk kadını, bir anneye sevgi
duyar gibi değil, iyi/kötü etiketi vermeden, hayranlıkla, merakla seviyoruz biz
de. Zaten, iyi ile kötü, bize insanoğlunun ihanetinden bahseden bu filmde çok
da kesin çizgilerle verilmiyor. Hikaye, kimin ne yapıp da bu duruma düştüğü ile
ilgilenmekten ve kimin için neden üzülmeniz gerektiğini söylemekten öte,
birilerinin ya da hayatın kendisinin ihanetine uğramış birkaç masal
kahramanının, masallardan medet ummasına hüzünlenmeye çağırıyor sadece bizi.
Şahmaran, sakin yapısıyla ve gerçeklikle masalsılığın
karıştırılmasını bir anlatım aracı değil, hikayenin kendisi olarak
kullanmasıyla, bir dönem uykuya yatmış Türk sinemasında kesinlikle önemli yer
edinmiş bir film. Hiç belli etmeden sizi içine çeken, göz boyamalara girmeden
efsanelerden bahseden ve üstelik, siz hiç beklemezken içinize işleyen bir
hikaye bu. Şahmaran biterken,
sahnenin güzelliğine hayranlık mı duysanız, yoksa hikayeyi dinleyip gidenlere
ve kalanlara mı üzülseniz bilemiyorsunuz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder