29 Eylül 2009 Salı

Gemide

Yeni Sinemacılar anlattıkları hikayeleri, “Türkiye açısından toplumsal ağırlığı büyük olan ve buna rağmen fazlaca el değmemiş ya da klişe kalıplar içinde ele alınmış konuların, karakter odaklı dramalarda, rafine biçimde işlenmesi” diye özetliyorlar.[1] 1998 yılında da Gemide ile başlıyorlar anlatmaya. Gemide aynı zamanda, daha sonraları yeni sinemacıların kemikleşmiş oyuncu kadrosunda yer alacak Erkan Can’ın da ilk başrolü.
Gemide, toplumsal ağırlığı büyük ama kapladığı yer hep küçücük olan bir topluluğu anlatıyor. Erkan Can’ın (Kaptan’ın) hikayeyi başlattığı, artık film kadar ünlü olmuş sözleri, “Bir memleket gibidir gemi..” işte bu yüzden anlamlı; Koca bir hikayeye mekan olan bu gemi, aslında sadece koca bir denizin ortasında küçücük bir nokta. Sorun; içindeyken büyük hissettiren geminin, sadece dışardan bakınca anlaşılan uzaklığı, küçüklüğü.
Gemide işte bu küçüklüğü, bir de, içeriye bakarak hissettiriyor bize. Yalın ama vurucu anlatımıyla, hem yeni sinemacıların dilini yansıtan hem de yeni dönem Türk sinemasının en iyi örneklerinden biri olan film, sessizce ama bastıra bastıra dikkat çektiği bir nokta ile önem taşıyor; günlük İstanbul’un yanıbaşında, ya da aslında tam ortasında, bu kadar soyutlanmış, kendi hiyerarşisinde, kendi dertleriyle kavrulan bir topluluk var. Gemide’de üstüne basılan, bu dertler değil, aradaki sınırın ne kadar güçlüyken, ne kadar da saydam olduğu.
Gemideki düzenli yaşayış, dışarıdan gelenle, yabancı olanla bozuluyor önce. Kendilerine ayrılan alanda yine kendi kendilerini tanımlamak zorunda kalan mürettabatı, dışarının ışıkları çekiyor devamlı. Dışarıda başka bir hayat, dışarıda gemide yokluğu çekilen herşey var. Ardından, sadece uzaktan bakılabileni, birden bire aralarında bulduklarında, bütün dengeler bozuluyor. Çünkü, her gece uykuyla uyanık arasında, hayal edilerek dinlenilen uzak hikayeler, bu küçük/büyük gemiye kadar gelmişler, ve bu küçük insanların kendi kendilerinin hikayeleri olabilirler artık. Önce kanundan, nizamdan eser kalmıyor, herkes kendine bir pay istiyor; sonra ilişkiler bozuluyor ve bütün düzen çatırdamaya başlıyor.
Hikaye ilerledikçe biz de görüyoruz ki, o kendine doğru çeken dışarının ışıkları, aynı zamanda korku da salıyor. Çünkü burada, bu memlekette, ne oluyorsa, içeride oluyor. Herkesin burada olduğu için bir sıfatı var ve Kaptan’ın akla kazınan repliklerinden birinde de söylediği gibi, burada büyüksen, sadece burada büyüksün; dışarıdaki dünyada hiçkimsesin aslında. Gemiyi batırmak pahasına da olsa, kimse vazgeçmek istemiyor elindeki hazineden ama yine kimse de cesaret edemiyor dışarının tehlikeleriyle yüzleşmeye. Bütün mürettabatın, hatta Kaptan’ın, koskoca memleket başkanının yüzünde bile açık seçik görüyoruz korkuyu; bu geminin dışında, hiçkimsesin, kimse dinlemez seni.
Gemidenin dokusunu oluşturan unsurlardan belki de en önemlisi, bu dışarısı/içerisi zıtlığını, yine sessizce hissettirmesi. Film boyunca, bunca devinimin aslında dışarıya hiç ses çıkarmamasına, hayret edip, hayran olmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Hikaye bize, bu kadar korkulan ‘dışarı’da neler olduğu hakkında hiçbir ipucu vermiyor ve böylece içeridekilerin korkusu anlamlandığı kadar bu topluluğun ‘küçüklüğü’ de vurgulanmış oluyor.
Düzeni bozan ‘yabancı’nın bir kadın olmasının önemini vurgulayan ve kadına davranılışın üzerinde duran bir okuma yapmak ve yine aynı okumaya, bu yabancıya sadece bir sembol olarak bakan bir okuma ile karşı çıkmak mümkün. Ancak, kesin olan birşey var ki, Gemide'nin en önemli dertlerinden biri, sınırların sıkıştırdığı insanları anlatmak.
Yeni sinemacılar, manifestoları denilebilecek kendilerini tanımlamalarında da söyledikleri gibi, dertlerini karakter odaklı hikayelerle anlatıyorlar. Erkan Can, Gemide’de, karaktere yüklenen bu sorumluluğun hakkını hiç kuşkusuz ki fazlasıyla veriyor. Kaptan’ın, bütün repliklerinin çok ötesindeki akılda kalıcılığı, Erkan Can’ın bir oyuncu olarak, kendini değil, Kaptan İdris’i izlettirmesi ile sağlanıyor. Bu geminin başbakanı, kaptan, hem hiyerarşinin en tepesini, hem de bütün korkuları, bütün boşvermişliği ve sorumlulukları, olanca doğallığı ve sadeliği ile temsil ederken, en vurucu, ama en sıradan tespitlerde bulunuyor; ve hikaye, kendi gerçekliğini hatırlatırcasına, onun sözleriyle bitiyor; “Nerede kalmıştık?”

[1] http://www.yenisinemacilik.com/
*sinefil 28Eylül/6Kasım 2009 sayısı.

Hiç yorum yok: