28 Kasım 2010 Pazar
Blame Omar
21 Kasım 2010 Pazar
Çoğunluk
3 Ekim 2010 Pazar
Pineapple Express
23 Eylül 2010 Perşembe
Nine
...
9 Eylül 2010 Perşembe
Darbareye Elly
25 Mayıs 2010 Salı
In Transit
Paiman, Berke Baş’a, tesadüfen tanıştıklarında, “Burada bizi kimse tanımıyor, iyi bir izlenim bırakmak istiyoruz biz” diyor. Berke Baş da bu cümleyi aktarıyor, In Transit’i neden çektiği sorulduğunda. Bu cevap, In Transit’i özelinde incelemek istediğimizde bize büyük bir ışık. Baş, onlarla “beraber”, onların hayatını, bilinenin ötesinde anlatmak istiyor belgeseliyle. ‘İyi bir izlenim bırakmak’ yanlı bir eylem elbette ki fakat belgesel ile yapılmak istenilen, onların kendi sesleriyle kendilerini anlatmalarını sağlamak. Türkiye’deki, hatta özellikle İstanbul’daki, yasadışı göçmenlerin üzerlerine yapıştırılan etiketler malum. Ancak meseleye bir de, onların çay içtikleri masadan bakmak var. In Transit’in amacı böyle özetlendiğinde, bir belgesel tanımı da çıkıyor ortaya. Yeni bir tanımlama yapmak amaçlanıyor belgesel ile, bilineni değiştirerek, bilinmeyeni göstererek.
Önemli bir nokta daha var Berke Baş’ın cevabında; Baş, filme aldığı insanlar için bir belgesel yapıyor. Bir isteğini dile getiriyor Paiman ve Berke Baş da bunun bir belgeselle mümkün olabileceğine inanıyor. Belgesel somut bir işlev daha kazanıyor böylece.Berke Baş, “anlamak için film yapılır” diyor; “.. bir şey öğretmek için yola çıkmıyoruz. Biz yol arkadaşlığı yaptığımız insanların hikayelerini sinematik bir dille aktarmaya çalışıyoruz.” [1] Filmde Baş’ın varlığı fazlaca belirgin, onu kamera önünde göremesek de, sesini duyuyoruz ya da izlediğimiz insanların çoğu zaman kameraya değil ona konuştuğunu hissediyoruz. Yapım sürecini dinlediğimizde ise, bu yol arkadaşlığı durumu daha da belirgin hale geliyor. Belgesel yapma amacıyla değil tesadüfen tanışıyor Baş filmin özneleriyle ve belgeseli yapma kararı verdikten sonra da, bir çok kez kamerasız ziyaret ediyor onları. Sadece, yönetmen ve öznesi dahilinde kalandan öte bir ilişki kuruluyor böylece, ya da Baş bunun için çabalamış oluyor. Hatta, öyle hissediliyor ki, bu çabası, belgeseldeki temsiliyet uğruna değil, kişisel ilgisinden kaynaklanıyor. Çekimler bittikten çok sonra, hala, Paiman ve ailesinden haber alıyor örneğin. Yönetmen, belgeselinden bağımsız olarak anlamaya çalışıyor meseleyi. Filme alınan, bu anlama çabasının yolculuğu. Ancak, bu filme alınmanın sebebi, bu yolculuğun varlığı değil, meselenin sahibi insanların anlatma isteği. Ve bu yüzden de, belgeselin, somut, sadece temsil etmekten ötede bir işlevi daha olmuş oluyor.
Belgesele eklenen bu somut işlev, elbette ki, amacın yerine getirilip getirilmediği sorgusuna da yol açıyor. Baş, çekimler süresince, anlamaya çalıştığı, dinlediği bu insanların acıları için elinden gelen hiçbirşey olmamasının acısını çektiğini anlatıyor ve tanıklığının ne kadar zor birşey olduğundan bahsediyor. Bu noktada, belgesele ve ona yüklenen anlamlara (işleve) rağmen, öznelerin anlattıklarına konu olan meselelerinde bir değişiklik gerçekleştiremiyor ne belgesel ne de yönetmenin kendisi. Ancak Berke Baş, amacın yerine getirilip getirilmediği konusunu, dolaylı olarak, niye belgesel çektiği sorusuna verdiği cevapla yorumlamış oluyor; “...Bizim kurduğumuz bir iki cümleden cevap değil de soru çıkıyorsa o daha müthiş. İşte izleyici orada devreye giriyor, kendi merakı, kendi algılamasıyla”. İzleyici belgesel ilişkisi önem kazanıyor böylece, hatta belgeselin işlevini oluşturuyor bu ilişki. Seyirci soru soruyor, aynı yönetmen gibi, belki de farklı bir yerden, anlamaya çalışıyor meseleyi; belgesel, temsil ediyor, anlatıyor ama cevap vermiyor, soru soruyor böylece. Soruların kendisi değil, soruların sordurulması da In Transit’in neden’ini oluşturmuş oluyor.
[1] Belgeselde Yeni Dalga Paneli, Sinema Söyleşileri 2005 (Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2005)
14 Nisan 2010 Çarşamba
A Single Man
Sabah uyanmaktan mutsuz olma sebebin, onu hiç görmediğin bir yerde, yanında olduğunu sanma rüyan. Onun dudağının dudağında kalan sıcaklığı sandığın his, sadece anılarını yazdığın mürekkebin lekesi.
Sırf bu his yüzünden, herkesteki renge rağmen senin griliğin. Ve yine aynı his yüzünden, kız çocuğunun mavi elbisesi ile bahçedeki gülün pembesinin renginin yüzüne yansıması. İkisi de, ayrı ayrı, onu hatırlamanın yansıması.
Suya atlayıp, saçmalarcasına yüzmenden sonra gelen kurulanma ise, yeni bir başlangıç değil, veya yeni bir sen. Sadece hala dans edebiliyor olmanın huzuru.
Dudağındaki mürekkep kurumaz belki hiç, ama, dansedebilirsin. Açıklayamazsın.
10 Nisan 2010 Cumartesi
Exit Through The Gift Shop
7 Nisan 2010 Çarşamba
29 Mart 2010 Pazartesi
Divine Intervention
Divine Intervention’in ilk yarısı, günlük olaylara tanıklık ettiriyor bize. İstanbullu ya da batıya göre doğulu izleyiciler olarak, sıradışı gelmiyor bize izlediğimiz hiçbir hareketlilik. Hatta sıradan önemsiz olaylar bize izletilenler. Fakat aslında ilk yarının bütün bu hareketleri, tam da, neden olduğunu bilmeden durup izlediğimiz, önemi olmayan ama izlettiren ve de hafızamızda yer eden küçük anılara benziyor. Evinin önünü temizleyen kadını, garip bir tutuklama anını, çöpü atan komşuyu, bir şekilde ve nedense izliyoruz, onlar da hafızamızda yer ediyor.
Bir taraftan ise, Suleiman’ın ‘iyi’ yönetmenliğinin altını çizercesine absürt ama yine de gerçek sahneler yavaş yavaş bağlantılanmaya, ya da en azından anlamlanmaya başlıyor. İzlediklerimiz hala basit, sıradan olaylar, hele de doğuluysanız. Fakat ne Suleiman’ı ne de Divine Intervention’i politik duruşundan, acısından dışarı çıkarmak, cümleleri öyle okumak mümkün değil. İnce ince işlenebilecek sembollerle, işgal altındaki şehrinde yaşamayı anlatıyor Suleiman, her ayrıntıyla; ya da işgal altındaki şehrinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hissettiriyor, tüm filminin sessizliği, hali tavrı, rengiyle.
Buraya kadar sadece hisli bir film Divine Intervention. Hareketlilik iyice absürtleşmeye, hatta gerçek üstü olmaya başladıktan da sonra, başka bir sembol giriyor işin içine. Teker teker yapılabilecek benzetmelerin ötesinde, bütün bu gariplik, yönetmenin/başrolün ya da herhangi bir Filistinli’nin yaşamaya çalıştığı ülkesinde hissettiği gariplik. O kadar garip ki düzen denilen başlık altında olan günlük olaylar, insanın sessizce izleyesi, yol kenarında öylece bakası geliyor. İşte bu bakma motifi de, filmin ikinci yarısını ve de aslında bütününün satıraltını oluşturuveriyor.
Hikaye, ikinci yarısında, filmin genel haline de uygun bir şekilde pek konuşmayan çiftimize odaklandıkça; onların sessizliği ve izleyişleri, Divine Intervention’ın derdi, sorgulaması oluyor. Birinci bölümde, anlamlandırmaya çalışarak izlediklerimize bu sefer, hikayenin başka yerlerinde de yer alıp bize kendilerini izlettiren çiftimiz bakıyor. Şimdi biz de, onların sessiz bakışlarında bütün bu absürtlüğü sorgulamaya başlıyoruz. Böylece Divine Intervention, derdini de anlatmış oluyor.
3 Mart 2010 Çarşamba
Son zamanlarda Turkiye'de olusan politik ve sosyal gelismelerin sonucuyla, Turkiye'den çıkan belgesellerin dertlerininin de, tabir-i caizse daha cesaretli ve sesleri daha yüksek çıkan, en azından seslerin yüksek çıkmasını amaçlayan bir hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu noktada diyebiliriz ki, önceki yıllara, üstelik de yakın zamana nazaran, (elbette ki nedeni açık bir şekilde) son 10 yılda, 'yakın geçmiş ile yüzleşme' derdi kendini belgesel yapımında da, açık bir şekilde gösteriyor.
Son zamanlarda, gösterimleri festivallerle ya da elden ele dolaşan dvd'ler ile kısıtlı olsa da; çekilen belgesellerin, uzun zamandır sessiz cümlelerde kalan dertlerini sadece konuşulur hale getiriyor olmaları bile çok önemli. Söyleyeceğini belgeselle anlatmak, kitapla karşılaştırıldığında daha görünür hale gelmesi açısından; kurguyla karşılaştırıldığında, özellikle de üzerine toprak atılmış konular sözkonusu olduğunda, etkleyiciliğine farklı bir boyut katması açısından, belki de sırf bu konuşulur hale getirebilme durumu nedeniyle önemli.
Fakat bir taraftan da, filmin konusunu ve bu konudaki hassaslığımızı bir kenara bıraktığımızda, ve filmi sadece bir belgesel olarak değerlendirdiğimizde, bahsettiğim bütün bu önemlerin uzağında, sadece bir belgesel olma gerçeğinden yola çıkan estetik kaygının sorgulanması ile başbaşa kalıyoruz. Bu noktada da, hassaslığımızın, ve ‘susulanın artık söylenir olması gerektiği’ heyecanımızın bu sorgulamanın önüne geçmemesi gerekiyor. Bu sorgulamaya üzülerek verdiğimiz cevap ise, ‘keşke izlediğimiz iyi de bir belgesel olsaydı’ olduğunda, ayrımına varabilmeliyiz ki; bu birbirinden bağımsız olan (ki olması gereken) iki değerlendirme, filmin derdine saygısızlık etmek anlamına gelmiyor. Aksine, verdiğimiz cevabın üzüntüsü, bu iki farklı değerlendirmenin aslında birbirlerini destekleyen ve birbirlerine güç veren unsurlarla alakalı olduğunu bilmenin üzüntüsü.
Bana yukarıdakileri düşündürten film, galası henüz dün yapılmış olan Nezahat Gündoğan’ın Dersimin Kayıp Kızları adlı belgeseli. Sadece koca Cemal Reşit Rey’i ayakta izleyenler de dahil olmak üzere dolduran, kimilerinin salonun dışında yerlere oturarak televizyon ekranlarından izlediği film, kendine belirli bir topluluk dışında çok da ses bulmamış ve konuşulması gereken konusuyla, kesinlikle önemli bir yapım. Ama öte yandan, barındırdığı (ki aslıdna içinden geçen gerçek cümleleri nedeniyle fazlasına hiç de gerek olmayan) bir duygu sömürüsü, rahatsız edici yakın çekimleri, coğrafi görüntülerin arkalarına yapıştırılmış hüzünlü müzikleri ve hikayenin her aşamasında gösterilen ama kaynağı belirtilmeyen fotoğrafları ile iyi denilemeyecek bir belgesel. Ve bu noktada, yukarıda anlatmaya çalıştığım, filmin üzerine yazılacak cümlelerin çıkış noktası olacak iki unsur, ne yazık ki birbirini tamamlamıyor. Ve, ses çıkmış ve çıkacak, bu elbette ki çok önemli, ama bence, amaç tam da yerini bulmuyor.
25 Ocak 2010 Pazartesi
Synecdoche New York
Bir dolu gariplik; elbette bir ev yıllarca yanamaz, hatta bu ev satılığa çıkarılıp bir kadın da burada yaşamaya başlayamaz; bir çocuk 10 yıldan fazla aynı yaşta kalamaz, ya da normal hayat akışında, kendi kızımızla konuşmak için simultane çeviriye ihtiyaç duymayız, ve de çizgifilmler bu kadar acımasız üstelik de bizim hakkımızda olamaz. Charlie Kaufman tarzı bu; bir dolu gariplik. Ancak bu sefer, bu film, Synecdoche New York, o kadar hayat hakkında ki, belki de biz kendimizden şüphe duymalıyız, gördüklerimiz gerçek gelmiyorsa bize.
Bir yönüyle, bütün izlediğimiz, Caden Cotard’ın gözünden, onun anladığı, hissettiği haliyle. Tüm dünya onun mutluluklarına ve de acılarına, tercüman adeta. Kızını göremiyorsa yıllardır ve en son Berlin’e uğurlamışsa onu, yıllar sonra görüştüklerinde Almanca-İngilizce simultane tercümeye ihtiyaç duymaları çok normal. Karşısındaki kadının ayakkabısı, ayağını ne kadar sıkmış, Caden için ne kadar dikkat çekici bir görüntü bu; öyleyse bir daha görüştüklerinde, kadının inatla aynı ayakkabı içinde mosmor bir ayağa sahip olması öyle çok da garip bir durum değil. Yardımı olur diye, kendi yazdığı kitabı tavsiye eden bu kadının onunla flört etmesine cevap vermiyorsa eğer, kadın da ona yardım etmez o zaman; ve kitap bitiverir birden bire, geri kalan bütün sayfalar bomboştur. Bunun neresi garip?
Film boyunca devam eden hikayeye sıradan bir hikaye bile denilebilir; sadece, gerekli yerlerin altı çizilmiş. Adeta, herşey bir mecaz ile, bir ad aktarması ile anlatılıyor. Adeta hayatın kendisi de, Caiden’ın bir anlam bulma umuduyla, kendi hayatını tiyatrolaştırması gibi, bir tiyatro oyunundan ibaret. Caiden’ın hikayesi, mecazlardan arındırılmış haliye, karısı tarafından terk edilen, böylece kızını da kaybeden, ardından da, tüm ayrıntıları ile ve birebir kendi hayatını tiyatrolaştırmaya karar veren bir oyun yazarının hikayesi. Ve Caiden’ın, satır aralarındaki tek derdi de aslında herkese tanıdık; bir cevap arıyor Caiden; kendi acılarını dindirecek, bütün sorularına cevap olacak, ona bir sonraki adımda ne yapması gerektiğini söyleyecek ve onu dinleyip, bir de iyileştirecek bir cevap. Hergün bilinçaltına Tanrı tarafından yerleştirilen komutlara kızgın olduğu kadar onları anlamak da istiyor, ve daha da önemlisi, onlara güvenip sığınmak istiyor; biri, güvendiği biri, bütün notları önüne koysun, o da gözü kapalı uysun onlara.
Başından sonuna bir hayat sorgulama hikayesi bu. Synecdoche New York, bir yönetmenden öte sıradan bir insanın, toparlayıp, hayatla ilgili değil de hayatın kendisine dair, bütün dertlerini, gerçekliğine bir nebze zarar vermeyen ama bir o kadar da garip olan mecazlarla anlattığı bir film. Melankolinin tanım olarak açıklandığı bir sahneyle açılan film, bütün acılarına ve debelenmelerine rağmen, ağlatmıyor sizi; bütün o komik benzetmelerin, tesadüflerin, insanların, güldürmediği gibi. Kocaman kocaman cümleler kuruluyor, açık açık veya satır aralarında; fakat ağır gelmiyor hiçbirşey, aksine garip bir şekilde anlaşılır...
Fevkalade bir oyunculuk, özellikle Philip Seymor Hoffman’ınki ve görsel bir keyif izlediğimiz bütün sahneler. Yine aynı sahneler; aslında üzerine onlarca cümle kurulacak sözler, görüntüler, göndermeler... Popülerliği ile başarısı doğru orantılı olan bir isim, senaryosunu yazdığı Tersyüz, John Malkovich Olmak ve Sil Baştan’dan sonra ilk kez bu sefer yazdığını yöneten Charlie Kaufman. Ve de, ayrıntıları hakkında çok da birşey bilmeden izlemenizi tavsiye edeceğim, garip bir film Synecdoche New York, garip, güzel, tanıdık, dopdolu, hüzünlü, karışık, anlaşılır ve iyi.
21 Ocak 2010 Perşembe
Oyun
...
Pelin Esmer’in yönetmenliğini yaptığı Oyun adlı belgesel, Mersin’in Arslanköyünde sadece köylü kadınlardan oluşan, onların yazdığı, oynadığı ve de onlar hakkında olan bir tiyatro oyunun hazırlanış hikayesi. Bir cümleyle özetlenebilecek filmin içeriği, bu özetin ilgi çekiciliğinden çok daha fazlasını barındırıyor aslında. Oyun, Arslanköy’ün kadınları tarafından gösterilen tepkinin hikayesi, üstelik hayat gibi zorlu bir rakibe karşı olan tepkinin; Oyun, kendi içinde oynanan tiyatro oyununun barındırdığı hayatların hikayesi; ve de en önemlisi, bir değişim hikayesi. Dolayısıyla söylediği çok şey var, ve üstü kapalı ya da açıkça kurduğu cümlelerin hepsi de, öznesinin tekilliğinden kolayca kurtarılabilecek, genel gerçekler.
Oyun’un en ilgi çekici yanlarından biri, kadınlarının kararlılığını ve sergiledikleri oyuna, dolaylı yoldan da kendi hayatlarına bakışlarını izlemek. Esmer, aslında onların hayatlarının zorlukları hakkında bir film yapsa da, kalbimizi parçalayan, onlara acımamıza yol açacak hiçbir sahne görmüyoruz. Aksine film, tarla dönüşü kamyonetin arkasında göbek atan kadınlarla başlayıp, sahnede alkışlanan ‘amatör oyuncularla’ son buluyor. Bir anlamda alışık olduğumuz ezilen ve bunu dile getirmekten de çekinen köylü kadın görüntüsü yerine; kendi hikayesini anlatmak için yarışan, yaşadıklarının bilincinde olan ve ağlayıp sızlamak için değil, paylaşmak ve birşeyler yaratmak için konuşan kadınlardan oluşan bir topluluk var karşımızda. Daha en başından, ‘ben hiç okumadım’ diyen kadınları izliyoruz, ‘şimdi ise bunu yapacağım; o okulun kapısından geçemiyordum daha önce, ama şimdi kendi evimmiş gibi, hergün gireceğim o okula.’
Oyunlarının kapanış repliğinde de dile getirdikleri gibi, artık birşeyler değişsin istiyorlar köylerinde, kendi yaşadıklarını başkası yaşamasın. Kocaları dövmesin, evden kurtulmak için tanımadıkları bir adamla kaçmak zorunda kalmasınlar, okuyabilsinler, ezilmesinler, değer görsünler. En başından da, dört elle sarılıyorlar oyunlarına; yemeğin, çocukların, kocanın ve tarla işinin arasına sıkıştırarak, hatta onlara ayırdıkları zamandan çalarak. Fakat, dediğimiz gibi, Oyun, oyuncularının hayatları hakkında bir belgesel aslında ve bu dokuz kadının da, bireysel olarak orada bulunmalarının bir sebebi var. Film ilerledikçe biz de, oyunun bu kadınların hayatındaki asıl değerini görmeye başlıyoruz. Oyun bir varoluş sebebi oluyor, ve o varoluşu kanıtlama aracı. Öyle olması gerektiği için değil, kendileri seçtiği için bir işe dört elle sarılma sebebi oyun, değişim sebebi. Kadınların hepsi de, kendi hikayeleri, bir şekilde, oyunu oluştursun istiyor hatta bu konuda korkusuz davranırken; Oyun, artık bir ifade biçimi, bir ses çıkarma yöntemi haline geliyor. Öyle bir yöntem ki bu; herkesin önünde, sahnede; yüksek sesle, yazılı bir yerden ezberlenmiş, çalışılmış, üzerinde uğraşılmış ve düşünülmüş.
Hayatı boyunca öğretmen olmak istemiş, üstelik bu hayalinden de hala vazgeçmemiş kadınlardan biri, tam da oyunda öğretmen rolünü aldıktan sonra, öğretmenliği sevme nedenlerinden birini anlatıyor ve öğretmenin velilerin karşısında duruşu hoşuma gidiyor diyor. Şimdi, bu tiyatro oyunu, oyuncularının duruşu oluyor; bu köyün hikayesini anlatmaktan, dertlerini görselleştirmekten öte, bu duruş, kendilerine güvenlerinin sebebi oluyor kadınların. Zeynep’in kocası, Zeynep tiyatro çalışmaya başladıktan sonra değişiyor; ya da daha önemlisi ve de bunun sebebi; Zeynep değişiyor tiyatro çalışmaya başladıktan sonra; kendisi anlatıyor, “Mustafa, ben artık eski Zeynep değilim dedim”diyerek. Bu değişim, bu duruş değişikliği, belgeselin en başından beri gördüğümüz, ve de bizi şaşırtan, güçlü kadın görüntüsüne rağmen varoluyor üstelik. En başından beri, zaten, hiçbir kadın böyle gelmiş böyle gider demiyor bize/kameraya, ya da koşulsuz kabul etmiyor hayat hikayesini. Yine de, tiyatro, şimdi; görüntüleri, ses çıkarma sebepleri ve de sesleri oluyor bu kadınların.
Tam da bu noktada, oyunun varlığı ile belgeselin varlığı benzeşiyor. Tiyatro üzerinden kadınlığın dertleri anlatılırken, tiyatro bu içeriğinin çok daha ötesinde bir amaca hizmet ediyor, aynı Mersin’in bir köyündeki tiyatro hazırlığından çok daha fazlasını anlatan belgesel gibi. Kadınların oyundan aldıkları güç, bir manada, öznelerinin belgeselden aldığı gücü temsil ediyor, ve belgesele görünenden öte bir anlam yüklemiş oluyor.
...