16 Şubat 2009 Pazartesi

The Man Who Cried

Christina Ricci'nin soğuk yüzünden midir, televizyon ekranından mıdır veya Türkçe dublajdan mıdır bilemiyorum; izlerken içinde değildim filmin. İzledim ama uzakta durdum. Bunun nedeni benim hiç böyle bir kimlik arayaşına girmemem de olabilir. Çünkü,
'Bu ne filmi?' diye sorduğunuzda, bu bir 'o zaman sen kimsin?' filmi; Kimliğinin ne kadar bilincindesin ve bilinç/bilinçsizliğinle ne yapıyorsun hayatta?
Film boyunca, dikkat çeken ayrıntılarıyla 'güzel' sahnelerin dışında, beni Sally Potter'ın anlatımı hayran bıraktı. Sanki biri bize başından geçenleri anlatıyormuş gibi, film sona yaklaştıkça-anılar hala tazeliğini korumaya başladıkça, kesik kesik sahneler de yerini daha akıcı bir devamlılığa bıraktı. Kahramanın çocukluğunu izlerken, fazla dramatize edilmiş sahnelerin ayrıntısından uzak, sadece onun da yıllar sonra hatırlayacağı anıları izledik. Ricci'nin karakteri o kadar soğuk ve kendi kendine de o kadar yabancı ki, duyabileceğimiz sevgi için de, olan biteni anlamamız içi de yeterliydi bu zaten.
Bütün filmi bir kişinin gözünden izledik; o etkilenince biz de etkilendik; onun için yavaşlayınca zaman, bizim için de yavaşladı ve 'güzel' sahnelere bir kez daha hayran kaldık, Ricci de gördüklerine hayran kalırken..
Bu bir, ben kimim filmiydi ya; Nerede olmak istiyorum, kaçan mı olmak istiyorum, kovalayan mı? Tek başıma mı, birinin arkasında mı? sorularını soruyordu ya hani: Bazen kim olduğumuzu birini sevince anlarız; sevgimizle kendi evimize yolculuk yapar, daha önce sormadığımız soruları cevaplarız..

Hiç yorum yok: